28 Temmuz 2024 Pazar

Mauritius'lu Kadın


Utanarak itiraf ediyorum, dış görünüşleri üzerinden insanlar hakkında fikirler üreten berbat ön yargılarım var. Bu yaşıma gelene kadar seyrettiklerim, dinlediklerim, farkında olmadan kulağıma üflenenler, bilinç altıma atılan alakasız gibi görünen tohumların içimde açan şekilci, burnu büyük, dilim varmıyor ama neredeyse ırkçı çiçekleri. Yazıklar olsun.

Konuya ortadan daldım. Başa alayım da öyle anlatayım.

Bir cumartesi günü Kingston’daydım ve sokaklar, meydanlar, yeme içme mekanları ve hatta banklar hafta içine göre çok daha kalabalıktı. Sebze ve meyvenin yanı sıra çeşit çeşit sokak lezzetlerinin satıldığı stantların yan yana sıralandığı ufak bir meydan var. Aldığınız yiyeceği ortak kullanıma açık büyük tahta masalarda yiyorsunuz. Hafta içinde bir masayı tek başıma kullanmama imkan verecek kadar düşük bir popülasyon vardı. Bunu Kingston’ın çok da turistik bir yer olmamasına ve semt halkının hafta içinde işinde gücünde okulunda olmasına bağladım. Cumartesi günü ise hem yemek stantlarının önlerinde kuyruklar vardı hem de masalara banklara irili ufaklı gruplar yayılmıştı. Elimde yemeğim, kolumda çantamla meydanı turladım, boş yer olmadığına iyice emin olunca masanın birinde tek başına oturmakta olan o kadının yanına doğru istemeye istemeye yürüdüm. “O kadın” birkaç çeşit meyve sebze almıştı ve onları koyduğu rengini ve şeklini çoktan kaybetmiş bir bez çanta ayaklarının dibinde duruyordu. Ten rengi koyu, cildi mattı, ruj sürmemişti. Trafik sıkıştığında araba camlarını silmek, su veya ışıklı balon satmak için otobanda ortaya çıkan çocukların annelerinin ve teyzelerinin giyeceği türden bir kılık içindeydi. Uzun kollu penye bluzunun rengi gri miydi, lila mıydı, taba mıydı? Hiç biri veya hepsi de olabilir.  Masaya doğru yürürken abartıp içimden şunu bile geçirdim; “meğer bu kadın Kingston’ın tekinsiz tiplerinden biriymiş ve bunu benim dışımda buradaki herkes biliyormuş, hatta şu an ben onun masasına yaklaşırken, acıyan gözlerle beni takip ediyorlarmış.”

İzin alıp yanına oturdum. Gülümseyerek birbirimizi selamladık. Bir şekilde sohbet etmeye başladık. Mauritius isimli bir ada ülkesinde doğup büyüdüğünü öğrendim. Hint Okyanusu’nda bir yerlerde doğmuş bir kadınla Londra’nın küçük bir meydanında yan yana oturmuş, önümüzdeki karton tabaklardan Vietnam’a ait bir atıştırmalık olan Goi Cuon’larımızı yiyoruz. İki sene önce kızı ve kocasıyla İstanbul’da kısa bir tatil yaptığını ve yemeklerin tadını unutamadığını söylüyor. Galata Kulesi’ne yakın bir lokantada bir musakka yemiş, bana onu anlatıyor. Bu esnada yarısı yenmemiş hamburgerler, patates kızartmaları ile dolu bir tepsinin çöpe gidişini izliyoruz. Yiyecek israfı konusunda çok hassas olduğunu, şu gördüğümüz manzaranın onu çok üzdüğünü söylüyor. Bir yardım kuruluşunda görevliymiş ve senelerce Afrika’da açlıkla mücadele edilen noktalara gidip gelmiş. İki hafta sonra kızıyla gideceği İtalya seyahatinde izleyeceği Carmen operası için nasıl önceden bilet aldığını anlatıyor. Bana Londra’daki oyunlara uygun fiyatlı son dakika biletleri alabileceğim internet sitelerini söylüyor. 

Abuk sabuk ön yargılarımla neredeyse burun kıvırarak mecburiyetten yanına oturduğum “o kadın” yanımdan kalkarken beni derin düşüncelerle baş başa bıraktı. Çantasını şapkasını beğendiğim, günümüz moda akımlarından nasibini almış kılık kıyafetiyle gözüme hoş görünen ya da en azından benim normal tanımım içinde kalan birinin yanına oturup çok pis ters köşe de olabilirdim. “Dünya düzdür, Türkler fes takar, deveyle gezer” kafasında bir kadın çıksa mesela o düzgün hatun… Kullandığı dikenli, yargılayıcı, ayrıştırıcı dil yüzünden tadınız feci ölçüde kaçmaz mı? Kaçar.  Ondan sonra kadın isterse Charlize Theron kadar parlak ve “düzgün” olsun, pişman olursunuz yanına oturduğunuza. Mauritius’lu ablayı mumla ararsınız, mum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder