Anlatması uzun süreceği için anlatmayacağım bir sebepten dolayı sabahın körü denebilecek bir saatte Beyoğlu'nda, Galatasaray Lisesi civarındayım. Ara Kafe'ye en son yüz yıl önce filan gitmiştim, önünden geçeyim dedim bu sabah. Sokaktaki masalardan birine oturmaya niyetlenir gibi oldum. Sonra ufak tefek bir kadın gördüm. Cüssesinin üç katı filan bir sesle konuşuyordu. Duvarla. Kadının ortamını bozmak istemedim. Belki özel bir şey anlatıyordur. Duvara. Duvarlar en çok da kimseniz yokken sizi dinlemek için varlar.
İstiklal Caddesi'nin bu saatlerdeki halini bir başka seviyorum. Geceyi nerede geçirdiklerini tam kestiremediğim adamlar çıkıyor sağdan soldan, ara sokaklardan, girişine mal yığılmış pasajlardan. Kumaş pantolon üzerine bisiklet yaka tişört veya futbol takımı forması giymiş, ayakkabısının arkasına basan, beyaz pos bıyıklarının ucu sararmış, kırmızı yanaklı adamlar.
Ayaklarım beni Sent Antuan'a götürdü. Sabah ayini vardı. On kişi kadardık. Bir ara duanın içinde cemaate birbirleriyle selamlaşmaları söylendi sanırım. Önümdeki ve yanımdaki bana eğilerek ve gülümseyerek selam verdi. Allah'ın selamı, aldım kabul ettim. Ben de aynısını yaptım. Aklıma Prag geldi.
Vakti zamanında turla Prag'a gitmiştim. Aylardan Ekim, havalardan soğuktu. Çok soğuk hatta. Rehberin bize verdiği yarım günlük serbest zamanda öteyi beriyi dolaşıp donma noktasına gelince bir kilisede almıştım soluğu. Sent Antuan'ın yaklaşık dörtte biri büyüklüğünde ama dopdoluydu. Safları sıklaştırarak oturduk dini bütün Praglılarla. Dualar ediliyor, cemaat birbiriyle selamlaşıyor, arada başımızın üstünde buhurdanlıklar dolaşıyor filan. Ben dedim heralde yarı vaftiz olmuşumdur. Ben böyle içimden kulhüvallahüyü okurken birden kapı gürültüyle açıldı, içeri bir meczup girdi. Bağırmaya çağırmaya başladı acayip öfkeli bir şekilde. O zamanlar korona yok tabi, ağzından tükürükler saçmasına kimse o kadar takılmadı. Adam tahta sıraların ortasına kadar ilerledi tam da benim yanımda durdu. Ulan dedim içimden. Şimdi bu herif silahı çıkarsa sağa sola ateş etse, Prag'da kilise baskınında ölen Türk olarak haber mi olacağım? Kilise turistik bile değil. Neyse, ölmedim işte biliyorsunuz. Adam da bağırdı çağırdı gitti.
O değil de, tur rehberi bizi Türk dönerciye götürmüştü Prag'da. Bir de kaldığımız otelde kahvaltıda bizim yemek masası büyüklüğündeki kıytırık açık büfede ekmek maşasıyla kek aldığım için otel çalışanları bana saçma sapan tripler atmıştı. Ayy, görgüsüz, cahil, düşük profilli turist işte. Gelmiş ekmek maşasıyla kek alıyor tabağına. Der gibi.
Uzun lafın kısası, Prag'la ilgili güzel anım neredeyse yok. Durun, aklıma berbat bir espri geldi. Onu da yapayım, sessizce dağılalım. Nerde Prag, orda bırak!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder