Kahvenin azımsanmayacak bir miktarı fincanın altındaki kağıt peçeteye dökülmüştü. Garson kız taşıdığı tepsiyi umursamadan hatta unutmuşcasına elini kolunu sallaya sallaya birilerine bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Gözümü kızdan ve tepsideki yalnız ve yarım kahvemden alamıyordum. Bir alışveriş merkezinin ortasındaki fıskiyeli süs havuzuna yukarıdan bakan bir kafedeydim. Hava serin ve bulutlu, havuzun zemini lacivert idi. Kahvemin önüme bırakılmasıyla aynı anda havuzdaki onlarca fıskiye su püskürttü. Havuzun birkaç yerinden alevler yükseldi. Göbekteki fıskiye suyu bir minare boyu fışkırttı. Sular kıvrılıp bükülürken bazen bir kırbaca bazen de beyaz bir kurdelaya benziyordu. Seyrettikçe üşüdüm. Mantomun yakasını iyice kaldırdım. "Aynı gösteriyi" dedim içimden, "aynı gösteriyi Ağustos sıcağında, bir tentenin gölgesine sığınarak seyretseydim kesin daha çok zevk alırdım"
Bir Ağustos gecesinde gittiğim bir açık hava konserini hatırladım. Ne kadar mutlu olduğumu. Ve bunu farkettiğim anı. Konserde şarkı söylemeyi bırakıp etrafıma, sahneye, gökyüzüne bakmıştım. En sevdiğim adamlar en sevdiğim şarkıları söylüyordu. Onlar da mutluydu, sadece birkaç metre ötemde. Binlerce insan ağzı kulaklarında bağıra çağıra şarkı söylüyordu. Bir şey paylaşılıyordu orada. Özel bir şey. Değerli bir şey. İçime çektim o anı. Beş duyumla kaydetmek istedim hafızama. Ağustos akşamının baygın sıcağını, Boğaz'dan esen hafif rüzgarı, Mazhar'ı, Fuat'ı, özellikle Özkan'ı... Hafızamın minik çekmecelerinden birinde pamuklar içinde duruyor o güzel gece. Ben o geceyi yaşarken biliyordum onun "çekmecelik" olduğunu.
Çekmecelere iyi ki zamanında sarıp sarmalamışım koruyup saklamışım kimi günleri ve geceleri. Bazı sesleri, iç açan gülüşleri, kaçamak bakışları, uçak penceresinden seyredilen bulut tarlalarını, sımsıkı sarılmaları, göl kenarında toplanan taşları... İyi ki hafızamın minik çekmecelerine doldurmuşum Paris'teki o ucube otel odasını, o çay mağazasını , Prag'taki kilisede beni hem korkutup hem güldüren sarhoşu, Thames kıyısında ağlayarak dinlediğim sokak çalgıcısını. Çok şükür ki saklamışım o özel anı. Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde binlerce yıllık lahitlerle göz göze sırt sırta oturup çayımı yudumlayışımı. Hayatımda yeni bir sayfa açmak için aradığım gücü o bahçede buluşumu. Torba'daki gün batımlarını, Erdek'teki simit fırınından sabahları yayılan o kokuyu, mutfak masasında cep telefonundan Tosun Paşa seyredip kahve içtiğimiz İngiltere akşamlarını.
Sıkıldıkça, nefes almakta zorlandıkça eskileri çıkarıp öpüp koklayıp yerine kaldırıyorum. Çekmecelere uzun zamandır eklenen yeni bir şey yok. Ekleyemiyorum. Bunun iki sebebi olabilir. Ya yaşamıyorum ya da yaşadığımın farkına varmıyorum. Bir alışveriş merkezinin ortasındaki fıskiyeli süs havuzunu seyrederek yarısı dökülmüş ve soğumuş kahve içmenin yıllar sonra hatırlanmaya değer tarafını bulamıyorum. Anların o kıymetli çekmecelere girmeyi hak etmesi için çok acayip olmaları gerekmiyor aslında. En çok da bunu fark etmeye daha doğrusu bunu hatırlamaya ihtiyacım var sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder