13 Aralık 2024 Cuma

Poşet

 

Beşiktaş çarşıda büyük kartal heykeline bakan dönercilerden birinde oturmuş karnımı doyuruyorum. Evde domates çorbası var, kıymalı bamya var, hesabını kitabını bilen makul ve mantıklı bir kadın gibi davranmaktansa yan masamdaki son iki dersi beden eğitimi olan şu ter kokulu ve gürültücü liseliler gibi iştahla tıkıyorum patates kızartmalarını ağzıma. Terziye paça boyunu yapsın diye bıraktığım pantolon çoktan hazır olmuştur. Bu yağmurda ıslatmadan ve fazlaca buruşturmadan pantolonu eve götürebileyim diye hazırlıklıyım, kaliteli kalın naylondan büyükçe bir poşetim var. “Simge Havlu Pazarı Bursa” yazan turuncu renkli sağlam güzel bir poşet. Aylar önce Mediha Yengeler anneme geçmiş olsuna geldiklerinde havlu ve kestane şekerlerini getirdikleri poşet bu. Havlular, dolapların içinde gün yüzü görmeden bekleşen onlarcasını yanında yerini alırken kimsede heyecan yaratmamış, kestane şekerleri de umulduğu kadar lezzetli çıkmamıştı. Ama annem bu büyük kalın naylon poşeti pek bir önemsemiş, katlayıp iyi bir yere kaldırmamı istemişti. Böyle kaliteli naylon çantaları muhafaza ettiğimiz o iyi yer holdeki şifonyerdi. En alt çekmecesinde iki üç adetle başlayan zararsız birikim zamanla şifonyerin tamamını istila edecek aymazlığa ulaşmıştı. Gel gör ki annemin hiç birinden ayrılası yok.

Liselilerin boşalttığı masayı elinde ne renk olduğu anlaşılmayan bir bezle silen garson boş ayran bardağını önümden alırken bir yandan da kartal heykelinin önünde selfie çeken kız grubunu izliyordu. Yağmurun şiddeti iyice azalınca dönerciden çıktım, terziye gittim. Anneme Mahmutpaşa’dan üç yüz liraya aldığım lastikli belli ev pantolonunun paça tadilatına yüz elli lira verdim. Aslına bakarsan, pantolon iki latte, terzi masrafı bir latte parası. Ya da hepsi toplam yarım kilo kıyma.

Evde domates çorbası ve bamya yiyen anneme terziye yüz lira verdiğimi söyleyince “vay be” dedi. Pantolonu çıkarıp astım. Simge Havlu Pazarı poşetimizi özenle kurulayıp katladıktan sonra şifonyerin çekmecelerinden birine sokuşturdum.

Devir ekonomi devri, evet…


19 Kasım 2024 Salı

Uykusuz Uykucu

Gün geçer akşam olur 

Karanlık parça parça düşer önüne ardına 

Soğuk ve nemli bir siyahlığın altında 

Sabahı beklerken 

Rahatsız, katır kutur bir uyku 

Oturur göz kapaklarına.

Rüyanda kendini 

Başka bir yerde 

Başka bir zamanda 

Ağrısız, tasasız, ılık ve yumuşak 

Bambaşka bir uykunun 

Şifalı koynunda görürsün.


Gece geçer sabah olur 

Aydınlık parça parça düşer 

Yüzüne gözüne sağına soluna.

Varlığından haberinin olmadığı

Bir yerlere duyduğun

Derin, iç kavuran bir özlemle 

Güne başlarsın. Yine.


"Rüya gördün mü?" der birisi.

Hatırlamazsın.


24 Ekim 2024 Perşembe

Bensel

 

Bir gün güldüm, iki gün ağladım
Üç gün toz aldım, beş gün mal gibi yattım
Bir gece uyuyamadım,
04:00'te bulaşık makinesi boşalttım
Başka bir gecenin sabahında,
11 saatlik uykudan şiş gözlerle uyandım

Öyle şeyler yazdım ki,
Kendime bir kötülük yapmamdan korktular.
Arkadaşlarım aradı, açmadım.
Aynı dakikalarda ben
Gratis kasa kuyruğundaydım.

Pasaportumu ve tansiyon ilacımı alıp
Zart diye Edinburg'a gitmek geldi içimden.
Sonra Bodrum'a evrildi o istek.
Sırasıyla Cunda ve Erdek'e
Hiç birini yapacak gücü bulamadım kendimde.
İdealtepe'de oturan arkadaşımda
Bir gece kaldım.

O kadar karışık ki kendime olan duygularım
Bir gün seveyim diyorum kendimi
Ertesi gün çöpe atayım.

17 Ekim 2024 Perşembe

İki Ters Bir Düz

 Okuduğum kitapta örgü örmeyi çok seven bir kadının hikayesinden bahsediliyor. Kocası öldükten sonra tek başına yaşamaya başlayan Edna kendine birkaç tane arkadaş örüyor ve salondaki koltuklara onları oturtuyor. Hırsızlık maksadıyla evi gözetleyen içeridekilerin yatmasını bekleyen adamlar, kadının evde yalnız olmadığını ve misafirlerin uyumaya gitmediklerini görünce planlarından vazgeçiyorlar. Edna'nın el emeği göz nuru arkadaşları bana Cem Yılmaz'ın yıllar önce yaptığı "o kadar fakirdik ki abim kartondandı" esprisini hatırlattı. Neyse...


Nerede o eski ilmek ilmek dokunan, içimizi ısıtan, acımadan geçen yıllara inişli çıkışlı yollara yumuşacık kafa tutan dostluklar diyelim mi o zaman? Sanki tam yeri. 

Konfeksiyon çağının sentetik katkılı, sezonluk, kolayca ulaşılıp vicdan yapmadan vedalaşılan, götünü göbeğini önünü ardını kollamayan crop top arkadaşlıklarına mesafeli bir gülen surat emojisi... 


Öte yandan nasıl ki tüm kazaklarımız hırkalarımız el örgüsü olamaz, bütün arkadaşları da canım ciğerim manevi kız kardeşim seviyesine oturtamayız. Hayatı ve ilişkileri anlamaya çalışırken daha az yıpranmamıza yardımcı olacak çok kıymetli bir farkındalık bu 


Bir de bakım meselesi var. Arkadaşların hassasiyetlerine özen göstermek. Hepsini aynı sıklıkta aynı derecede suyla aynı deterjanla yıkamamak. Kimisi sabun kokulu çekmecelerde ipekler pamuklar arasında bir ihtimam ister. Kimisini pazar poşetinde çantana tık, ses etmez. 


Örgücü Edna'yı 1999'da Vashti Farrer isimli Avustralyalı bir yazar kaleme almış. Hikayenin tamamına ulaşamadım maalesef. Olsun. Elindeki imkanları yeteneği, azmi ve hayal gücüyle birleştirip kendine bambaşka bir dünya yaratan Edna'yı sevmem için bana bu kadarı yetti. 

9 Ekim 2024 Çarşamba

Doktor Hanım

 Sabah dokuzda doktor randevum vardı. Düzenli kullandığım bazı ilaçlarla ilgili bir rapor işi. Beşiktaş'ta her zaman gittiğim devlet hastanesinde daha önce denk gelmediğim bir dahiliyeciye görüneceğim. Alışık olduğumuz ana binada değil de arkadaki ek hizmet binasında hizmet verdiğini öğrendim doktor hanımın. Yaklaşık kırk beş dakika vardı binaya intikal ettiğimde. ( Randevuya kırk beş dakika önce gitmek nedir yahu? Gittikçe emekli yaşlı teyze kafası yükleniyor bünyeye.) 


Doktor enteresan bir tip çıkıyor. Kendi kendine konuşuyor sinirleniyor falan. Beni görebileceği bir noktada bekleme sandalyesindeyim. Kapısı açık. Randevuya erken geldiğimi bildiğim için edebimle oturuyorum. Bana ayıracağı vakte daha var. Şu an onun kendi özel vakti, müdahale ediyormuş gibi olmayayım diye göz teması bile kurmuyorum. Fakat kadın bayağı bayağı  söyleniyor. Bu odaya hatta bu binaya yeni geçirmişler galiba. Arada çıkıp bir yerlerden karton bardakta çay alıp geliyor. Yan odada bağıra çağıra konuşan temizlik görevlisi kadınlar ve fizik tedavicilere sinir oluyor sanırım. Kadınlardan biri dün gece salonda televizyon karşısında uyuyup kalışını, kocasının onu yerine yatsın diye uyandırışını ve bir daha uyuyamayışını sadece odadakilere değil kattaki herkese anlatıyor adeta. Bunun böylesini bırakacaksın salonda orası burası tutula tutula uyusun sabaha kadar. 

Benim doktor masasında oturuyor. Yine bir şeyler konuşuyor. Biraz tırsıyorum aslında, çekiniyorum yanlış bir şey yapmaktan. Kadın arada benden yana da bakarak söyleniyor. Belli belirsiz başımla tasdikliyorum. Mona Lisa gibi ne idüğü belirsiz bir ifadeyle gülümsüyorum gibi ama rahatsız olacaksa doktor hanım, yok yok gülümsemiyorumdur da belki... Kazasız belasız halletsem şu rapor işini diye geçiriyorum içimden. 

Adımı soruyor söylüyorum. "Sizin randevuya daha çok var, bekleyeceksiniz"diyor. "Evet" diyorum "tamam".  Yine çıkıyor su alıp dönüyor. Çok geçmeden beni çağırıyor. Nasıl salaklaşmışsam üzerime alınmakta tereddüt ediyorum, oysa tek bekleyen benim. "Ben mi" diyorum "bana mı seslendiniz". Kadın, mallığım karşısında haklı bir agresyon yükleniyor. "Sıçtık" diyorum içimden. Buraya kadar iyi gidiyordum oysa. Ağzımı açtığımda batırdım. 

Sonunda oturuyoruz karşılıklı. "Ben şu şu ilaçlarımın raporlarını yenilemek için geldim doktor hanım" diyorum. "Ne güzel gözleriniz var maşallah" diye cevap veriyor.. (Haydaaa ?!?)

-  Teşekkür ederim...

Bilgisayarda bir şeyler yapıyor. Benimle ilgili olduğundan emin olamıyorum. İlaçların adını bir kez daha soruyor. Printer çalışıyor. Raporu hazırlamış meğer. Arkamdaki dolaptan kaşe alması gerekiyor. Odanın küçüklüğünü, dolabın yerinin saçmalığını falan dile getiriyor. "Prenses bir kalkabilir misin arkandaki dolaptan kaşeyi alacağım" diyor. Prenses mi? Ehe hehe... Mona Lisa ifademi bozmuyorum. Raporumu alıyorum. "Size eşlik edeyim" diyor. Koridora çıkıyoruz.  Merdivenlere yöneliyorum asansörü beklemek iyi bir fikir gibi görünmüyor. "İyi günler bahtınız açık olsun" diyor arkamdan. Ne tepki vereceğimi bilemiyorum, 'sizin de"  diye kekeliyorum. "Benim bahtımın kılları ağarmış artık" diyor. Ağzımı açıp kapatıyorum ama tek kelime çıkmıyor. Harf bile çıkaramıyorum. Sözün bittiği yer tam olarak orasıymış anlıyorum. Çevik bir hareketle arkasını dönüyor. Yüksek desibelli kadın seslerinin geldiği iki lafın belinin umarsızca kırıldığı odanın önünden geçiyor kafası öne eğik. Yalnızlığı, tuhaflığı, ayrıksılığı, kendi bokuyla kavga eder hali içime batıyor.

4 Ekim 2024 Cuma

Neriman Tuna'ya Saygı

 NERİMAN TUNA’YA SAYGI

Canımın sıkkın olduğu, ruhumu tozlu bir naylonla örtülmüş gibi hissettiğim bir gündü. Kafeste gibiydim. Beşiktaş’ın tamamını saran doncu, ojeci, takıcı, kahveci ve dönercinin haricinde bir yerler, ufuk açan mekanlar görmek istiyordum. Böyle olunca genelde kendimi ya Karaköy ya da Beyoğlu’ndaki sergilere atıyorum. Şansıma kimisi beni aşıyor, duvardaki tel parçasının mesajını alamıyorum, ama bazen de , o gün olduğu gibi, içine öylesine atladığım çukur, kocaman, kat kat bir mağaraya açılabiliyor.

Casa Botter’deki Komet sergisine gittim. Allah biliyor ya, çıkışta bitişiğindeki Alman Kitabevi’nin kafesinde esaslı bir bienenstich (bir çeşit Alman pastası) yemeyi de dahil ettiğim bir programdı. Serginin bir yerinde, sanatçının eski sergilerinden küçük küçük notlarla bahsedilen bir sunum vardı. 2011 yılında yaptığı “Neriman Tuna’ya Saygı” sergisi dikkatimi çekti. Kimmiş ki bu Neriman Tuna?

Şöyle bir haber bulmak bu hanımefendiye duyduğum ilgiyi arttırdı: 

"Komet, sık sık gittiği eskicide bir gün bir dizi çerçeve bulur. Çerçevelerde hep aynı kadınla ilgili gazete haberleri, fotoğraf, mektup, sertifikalar kesilip saklanmış. 1950'li yıllarda İstanbul'da yaşamış Neriman Tuna'yı anlatan bu dökümanlar nasıl kesildi, kim tarafından saklandı kesin bir bilgi yok. Ancak bu dökümanlardan Neriman Tuna'nın 1950'li yıllarda kadın hakları konusunda mücadele verdiği, Yeni Yaşantı adlı bir dergi çıkardığı, hatta başarıları sebebiyle uluslararası basında da haber olduğu ortaya çıkıyor. Komet yaptığı araştırmada yalnızca Neriman Tuna'nın 1990'lı yıllarda Bomonti'de bir evde vefat ettiğini öğreniyor. Komet böyle önemli bir insanın anılarının sahipsiz kalmasından, toplumun böyle birini unutmuş olmasından çok etkilenerek yeni sergisinde tüm bu çerçeveleri sergiliyor. 'Neriman Tuna'ya Saygı' başlığını taşıyan bu sergide, topluma mal olmuş böyle birinin nasıl unutulabileceğine dikkat çekmeyi amaçlıyor." (Gazeteden aldım, 26/10/2011 tarihli Sabah gazetesinde çıkan bir haber)

Bir türlü vedalaşamıyorum Neriman Hanım’la. Üstün stalk yeteneklerimle bir kartvizitine ulaşıyorum. Karttaki adres tanıdık, Şişli’de bildiğim bir sokak. Kısmen kentsel dönüşmüş, kapı numaraları değişmiş. Kartvizitteki apartman isminde bir harf hatası var gibi, ama belki yok gibi…

İç mimar arkadaşım @didemavincan Didem Avincan’dan hiç düşünmeden yardım istiyorum çünkü biliyorum ki, kendisi böyle hikayelere benden daha meraklı. Üstelik Nilay Örnek @nornek in @herumututortakarar sitesine yazılarıyla destek veren çalışkan bir kadın. Didem semtin Pervititch haritalarını inceliyor. O zamanki kapı numaraları, bugünkü kapı numaraları derken, oklar bizi bir binanın önüne getiriyor. Eski, güzel bir apartman, adı Doğ. Fakat Neriman Tuna’nın kartvizitinde Dağ Apartmanı yazıyor. Üşenmeyip gidiyorum, İzzetpaşa Sokak’ta bir aşağı bir yukarı turluyorum. Doğ Apartmanı’nı seyrediyorum uzun uzun. Zillerde isim arıyorum filan, otuz beş sene önce vefat etmiş birine ulaşma çabası. Sokağın geçmişini bilen biri lazım. Bir esnaf… Doğ Apartmanı’nın tam karşısında bir yorgancı var. Bir yorgancı ne kadar yeni açılmış olabilir ki. Bu arada yorgancılarla ilgili bir gözlemimi paylaşayım; asla tek başına olmuyor bu yorgancı kişisi. İlla ki sohbete ve çaya gelmiş orta yaşlı, kareli gömlekli iki ziyaretçisi oluyor. Büyük bir bankanın genel merkezinde iyi bir pozisyonda çalışan bir arkadaşım vardı, hayalindeki iş yorgancılıktı. Neyse kapatıyorum bu yorgan döşek parantezini.

Evet, giriyorum yorgancıya ve tabi ki içeride üç orta yaşlı adam var. Doğrudan Neriman Tuna’yı tanıyor musunuz diye soracak değilim. Bu apartmanın adı hep Doğ muydu diye soruyorum. Evet, ne oldu, birini mi arıyorsunuz diyor kısa kollu kareli gömlekli amca. 

-Burada yıllar önce yaşamış olabileceğini düşündüğüm Neriman Tuna isimli bir hanımefendiyi arıyorum aslında.

- Evet, burada otururdu. Eşi doktordu.

Çok heyecanlanıyorum ama yorgancı tayfasına hissettirmemeye çalışıyorum.

- Kadın hakları konusunda o senelerde çok mücadele vermiş. Bir sergide ismini görüp araştırdım.  Kendisi bir dergi çıkarıyormuş.

- Evet, hatta bazı yerlere ben götürürdüm dergileri, benden yollardı.

- Kendisine ait olduğu tahmin edilen bazı resim ve belgeler bir eskici dükkanında bulundu. Hatta eski bir gazete haberinde bir huzurevinde sefalet içinde öldüğü yazıyor.

- Yok efendim. Bu binada karşılıklı iki daireleri vardı. Eşi doktordu. 

- Çocukları?

- Çocukları yoktu. İkisi de vefat ettikten sonra kocası Enver Bey’in yeğenleri evleri sattılar.

O günden beri garip bir hüzün var içimde. Eskicide bulunan çerçevelerden birinin içinde de Neriman Hanım’ın madalya alırken çekilen bir fotoğrafı var. Sen kadın hakları için mücadele ver, dergi çıkar, madalya kazan… Ölümünden yirmi yıl sonra hatıraların senin adını bile bilmeyen bir eskicinin raflarına düşsün…

Yine de buna şükür Neriman Hanım. Seni Komet sergisinde görmemiş, adını hiç duymamış olabilirdim. Şimdi en azından benimle birlikte bu yazıyı okuyan birkaç kişi daha  “bu dünyadan bir Neriman Tuna geçmiş, birilerinin hayatına dokunmuş, kadınların yaşam şartları iyileşsin diye uğraş vermiş” diyecek. 

Ruhun şad olsun.













7 Ağustos 2024 Çarşamba

Neredesin Nerede?

 NEREDESİN INSTAGRAM

Bakıp da güldüğüm o anların

Tutamaz yerini hiç kimse

Yerini hiç kimse bilmez

Usulca geçtiğim o yolların

Bilemez yerini hiç kimse

Yerini bilen de dönmez

Yokluğunda çok kitap okudum, aradım

Neredesin nerede?

Ara sıra resmine dokunup ağladım

Neredesin nerede?

Yokluğunda çok kitap okudum, aradım

Neredesin nerede?

Ara sıra resmine dokunup ağladım

Neredesin nerede?


Mustafa Sandal

1 Ağustos 2024 Perşembe

Düğüm

 

DÜĞÜM

“Düğüm” kelimesi içimde farklı tınladı. Düğümle ilgili söyleyeceklerim var, öyle hissettim. Müge yazı grubumuza her sabah yazmamız için kelimeler atıyor ve ben oralı olmuyorum. Yazma faaliyetini gerçekleştirmemi mümkün kılacak fiziksel ve psikolojik ortamı yaratmak için ufak bir çaba bile göstermiyorum. Ama dedim ya, geçen gün “düğüm” dedi Müge. O günden beri düğümleri olan, düğümlenmiş ya da kendisinin attığı düğümlerin pençesinde sararıp solmuş, yaşam enerjisini yitirmiş bir kızı yazmak istiyorum. Yazmaktan kastım oturup dört başı mamur bir roman veya hikaye  ortaya çıkarmak değil, son derece sıradan da olsa anlatılmayı hak ettiğini düşündüğüm birinden dilim döndüğünce bahsetmek. Pencerenin kenarında oturuyormuşum da bu kızı görmüşüm, düşünceli, bezgin adımlarla ağır ağır önümden geçmiş gibi. Başını çevirip bana bakmamış ama onu izlediğimi dahası halinden anladığımı anlamış gibi. “Bir daha buradan ya geçerim ya geçmem, dünya hali, belli mi olur, sen beni şimdi yaz” demiş gibi.

Kızın bana benzeyen özellikleri var, ama ben değilim. Öyle zannedeceksiniz muhtemelen. Değilim diyorum, inanın. Bensem benim derim, insan düğümlerinden utanır mı?

Gözlerindeki düğümden başlamak gerekir. Başkalarının onda gördüğü cevheri o kendinde görmez, göremez. Yeteneklerini, becerilerini biri fazlaca methetse, ya kibarlık ettiğini ya da dalga geçtiğini düşünür.

Dudaklarındaki düğüm: Az güler kızımız, çok az. Bazen tebessüm eder. Neşeli görünmekten imtina eder, kendini gri bir tülle sarmış gibidir. Düşüncesi odur ki, neşeli görünürse, hayatından, sırtına yüklenenlerden ve eline tutuşturulanlardan memnun olduğu sanılır. Halbuki mutlu değildir, yaşadığı günden bir tat almaz, geleceğini bildiği günlerle ilgili iyimser gözlükler takmaz.

Boğazındaki düğüm en fenasıdır, her şeyi başı odur aslında. Söyleyemez. Aklından çok şeyler geçer ama gırtlağının boğumları arasında takılır kelimeler. Sessiz hırıltılara dönüşür. Aptal ve sığ olduğunu düşüneceklerini bilse de konuşmaz. Hayır, diyemez. Sınırlarını çizemez. Ufacık bir fikir beyanıyla alay konusu olduğu, fısıltıyla yaptığı en zayıf itirazın bile korkunç bir saygısızlık, acınası bir kıymetbilmezlik kılığına sokulduğu durumlar yaşamıştır bu kızcağız. Çareyi boğazını düğümlemekte bulmuştur. 

Tüm o yuttuğu kelimeler midesinde taşlaştığından belki, midesi de düğüm düğümdür. Bu düğümler onu kemirdikçe acıkır, acıktıkça yer. Yer, yer, yine kazınır midesi, yine yer… Belki de en çok göbeğinden ötürü bu kızı ben sanacaksınız. Yok, ben değilim. Evet, benim de göbeğim var, ama bu kız bambaşka biri. Sizin tanımadığınız, sadece benim penceremin önünden geçen biri. Ben size ne kadarını anlatırsam o kadarını bilebileceğiniz biri. 

Ayaklarına düğümlenmiş külçe külçe ağırlıklarla zor zar atar adımlarını. Depresyon dersiniz, kaygı bozukluğu dersiniz, hatta tiroid, B12, selenyum dersiniz. Doğrusunu o kız söylesin size. Neden öyle ağır ve isteksiz yürüdüğünü. Gideceği yerin, olduğu yerden daha iyi olacağına dair ne bir inancı ne de hayali vardır da ondan. Kendisini şu an içinde debelendiği hayatın çok daha zor, çok daha sert bir halinin beklediğini bilir. İçinden hiç gelmez ileriye doğru bir adım daha atmak ama zaman treni durmaz, aşağıya da atlayamaz. Ayaklarını sürüye sürüye penceremin önünden geçer düğümlü kız.


28 Temmuz 2024 Pazar

Mauritius'lu Kadın


Utanarak itiraf ediyorum, dış görünüşleri üzerinden insanlar hakkında fikirler üreten berbat ön yargılarım var. Bu yaşıma gelene kadar seyrettiklerim, dinlediklerim, farkında olmadan kulağıma üflenenler, bilinç altıma atılan alakasız gibi görünen tohumların içimde açan şekilci, burnu büyük, dilim varmıyor ama neredeyse ırkçı çiçekleri. Yazıklar olsun.

Konuya ortadan daldım. Başa alayım da öyle anlatayım.

Bir cumartesi günü Kingston’daydım ve sokaklar, meydanlar, yeme içme mekanları ve hatta banklar hafta içine göre çok daha kalabalıktı. Sebze ve meyvenin yanı sıra çeşit çeşit sokak lezzetlerinin satıldığı stantların yan yana sıralandığı ufak bir meydan var. Aldığınız yiyeceği ortak kullanıma açık büyük tahta masalarda yiyorsunuz. Hafta içinde bir masayı tek başıma kullanmama imkan verecek kadar düşük bir popülasyon vardı. Bunu Kingston’ın çok da turistik bir yer olmamasına ve semt halkının hafta içinde işinde gücünde okulunda olmasına bağladım. Cumartesi günü ise hem yemek stantlarının önlerinde kuyruklar vardı hem de masalara banklara irili ufaklı gruplar yayılmıştı. Elimde yemeğim, kolumda çantamla meydanı turladım, boş yer olmadığına iyice emin olunca masanın birinde tek başına oturmakta olan o kadının yanına doğru istemeye istemeye yürüdüm. “O kadın” birkaç çeşit meyve sebze almıştı ve onları koyduğu rengini ve şeklini çoktan kaybetmiş bir bez çanta ayaklarının dibinde duruyordu. Ten rengi koyu, cildi mattı, ruj sürmemişti. Trafik sıkıştığında araba camlarını silmek, su veya ışıklı balon satmak için otobanda ortaya çıkan çocukların annelerinin ve teyzelerinin giyeceği türden bir kılık içindeydi. Uzun kollu penye bluzunun rengi gri miydi, lila mıydı, taba mıydı? Hiç biri veya hepsi de olabilir.  Masaya doğru yürürken abartıp içimden şunu bile geçirdim; “meğer bu kadın Kingston’ın tekinsiz tiplerinden biriymiş ve bunu benim dışımda buradaki herkes biliyormuş, hatta şu an ben onun masasına yaklaşırken, acıyan gözlerle beni takip ediyorlarmış.”

İzin alıp yanına oturdum. Gülümseyerek birbirimizi selamladık. Bir şekilde sohbet etmeye başladık. Mauritius isimli bir ada ülkesinde doğup büyüdüğünü öğrendim. Hint Okyanusu’nda bir yerlerde doğmuş bir kadınla Londra’nın küçük bir meydanında yan yana oturmuş, önümüzdeki karton tabaklardan Vietnam’a ait bir atıştırmalık olan Goi Cuon’larımızı yiyoruz. İki sene önce kızı ve kocasıyla İstanbul’da kısa bir tatil yaptığını ve yemeklerin tadını unutamadığını söylüyor. Galata Kulesi’ne yakın bir lokantada bir musakka yemiş, bana onu anlatıyor. Bu esnada yarısı yenmemiş hamburgerler, patates kızartmaları ile dolu bir tepsinin çöpe gidişini izliyoruz. Yiyecek israfı konusunda çok hassas olduğunu, şu gördüğümüz manzaranın onu çok üzdüğünü söylüyor. Bir yardım kuruluşunda görevliymiş ve senelerce Afrika’da açlıkla mücadele edilen noktalara gidip gelmiş. İki hafta sonra kızıyla gideceği İtalya seyahatinde izleyeceği Carmen operası için nasıl önceden bilet aldığını anlatıyor. Bana Londra’daki oyunlara uygun fiyatlı son dakika biletleri alabileceğim internet sitelerini söylüyor. 

Abuk sabuk ön yargılarımla neredeyse burun kıvırarak mecburiyetten yanına oturduğum “o kadın” yanımdan kalkarken beni derin düşüncelerle baş başa bıraktı. Çantasını şapkasını beğendiğim, günümüz moda akımlarından nasibini almış kılık kıyafetiyle gözüme hoş görünen ya da en azından benim normal tanımım içinde kalan birinin yanına oturup çok pis ters köşe de olabilirdim. “Dünya düzdür, Türkler fes takar, deveyle gezer” kafasında bir kadın çıksa mesela o düzgün hatun… Kullandığı dikenli, yargılayıcı, ayrıştırıcı dil yüzünden tadınız feci ölçüde kaçmaz mı? Kaçar.  Ondan sonra kadın isterse Charlize Theron kadar parlak ve “düzgün” olsun, pişman olursunuz yanına oturduğunuza. Mauritius’lu ablayı mumla ararsınız, mum.


26 Temmuz 2024 Cuma

Marianne North hakkında ...

 

Marianne North, bitki ve manzara resimleri, kapsamlı yurtdışı seyahatleri, yazıları, bitki keşifleri ve Kew Kraliyet Botanik Bahçeleri'ndeki  galerisinin yaratılmasıyla tanınan üretken bir İngiliz Viktorya biyoloğu ve botanik sanatçısıydı. " 🎨

Kadınların evlenmesinin, çocuk sahibi olmasının ve kocalarının gölgesinde kalmasının beklendiği bir dönemde Marianne hiç evlenmedi ve  fırçaları, boyaları ve şövalesi ile “kadın başına”  yabancı yerlere seyahat etti. 🌿🌿🌿

Marianne North, hem resim hem de yaşam tarzı açısından yenilikçiydi; Viktorya dönemi kadını olarak kendisinden beklenen hayata sırtını döndü. Evlenmek ve evinin hanımı olmak  yerine sanatı ve seyahati tercih etti. 26 yaşındayken babasıyla birlikte Kew Gardens'ı ziyarete gittiğinde bitkilere ve doğal dünyaya hayran kaldı. Tropik bölgeleri kendi gözleriyle görme tutkusu ateşlendi. Mümkün olduğu kadar uzak yerlerdeki bitkileri boyamayı kendine misyon edindi. 🌿🌿🌿

Kırk yaşına kadar "tek arkadaşım ve yoldaşım" dediği babasıyla birlikte seyahat etti. Babasının vefatı onu perişan etti, ancak bu, onun dünyadaki en vahşi yerlerden bazılarına tek başına seyahatlere çıkmasına engel olmadı. Üstelik bunu, kadınların bir koca ya da erkek refakatçi olmadan yalnız seyahat etmelerinin uygun görülmediği ve çoğunun hayatının, kocaları ve çocukları etrafında döndüğü zamanlarda yaptı. 🌿🌿🌿

1871 ile 1885 yılları arasında Marianne, neredeyse her zaman tek başına, yoğun bir şekilde seyahat etti. Brezilya'dan Jamaika'ya, Japonya'dan Hindistan'a kadar 14 yılda beş kıtada 16 ülkeyi gezerek gördüğü insanları, yerleri ve bitkileri resmetti. (Charles Darwin’in önerisiyle Avustralya ve Yeni Zelanda’ya bile gitti. Darwin en büyük destekçilerinden biriydi.) Aynı zamanda bu seyahatlerinde çok detaylı günlükler tuttu. Sadece bitkiler değil gördüğü insanlar ve gelenekleri hakkında zengin ve keyifli detaylar içeren günlükleri de sonradan basıldı. Seyahatleri sırasında o dönemde botanik biliminde yeni olan bitkileri topladı ve keşfetti. Örneğin Borneo'da resmettiği bir sürahi bitkisi, onu boyadığı sırada bilim tarafından bilinmiyordu. Bu bitkinin tablosu botanik dünyasında  büyük heyecan yarattı. Bu yeni türe Marianne North’un onuruna Nepenthes Northiana adı verildi. 🌿🌿🌿

1879'da Marianne, Kew'in yöneticilerinden  Sir Joseph Hooker'a bir mektup yazdı. Ona botanik resim koleksiyonunu ve Kew Gardens içerisinde bunları barındıracak bir galeri teklif etti. Teklifi kabul edildi. Marianne, galerisinin yerini seçti ve tarihçi ve mimar arkadaşı James Fergusson’u  inşaat işlerini tasarlaması ve denetlemesi için görevlendirdi. Tüm kuruluş masrafı Marianne North tarafından karşılandı. Galerinin nasıl görünmesini ve gelenlere nasıl hissettirmesini istediğine dair net bir vizyona sahipti. Seyahat etmenin zenginler için bir ayrıcalık olduğu bir dönemde galeri ziyaretçilerinin, eserleri aracılığıyla ziyaret ettiği yerleri deneyimlemesini istedi. Resimlerini yerleştirip çerçeveledi ve galeri dekorasyonunda görev aldı.  Hatta galeride çay kahve ikramı da olsun istemişti ama Kew yönetiminden buna onay gelmedi. Marianne de galerinin iç kapısına çay ve kahve bitkilerinin resimlerini yerleştirerek bence zekası, inatçılığı ve espri anlayışı hakkında bize güzel bir ipucu bıraktı. 🌿🌿🌿

Galeri 1882’de açıldı. İçerisinde Marianne North’a ait 838 adet tablo var. Marianne 1890’da altmış yaşında vefat etti. 🌿🌿🌿

1 Mayıs 2024 Çarşamba

Yazma demiyorum, hobi olarak yine yaz...

Güzel notlar almışım, oturur yazarım bir gün diye...

1 Saklanmak bir hazdır, bulunmamaksa facia. (Winnicot)

2 Herkesin gidebileceği bir yeri olmalı. Çünkü öyle bir an olur ki, insanın mutlaka bir yere gitmesi gerekir. (Dostoyevski)

3 Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz. (Sabahattin Ali)

4 Tolstoy'a göre tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: "Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."

5 Şu telaşlarım bir bitse diyorum. Belki uzaklara giderim, çoktandır gitmek istediğim yerler var. (Ahmed Arif)

6 Ben nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir. (Baudelaire)

7 İnsan yaşamında eksik olanı her şey sanıyor. (Duygu Asena)

7 Nisan 2024 Pazar

Go go go

Bu ayakları bu kafa yönettiği müddetçe, gitmelerin ne anlamı var?
En güzel balkon yarışmasında finale kalan sardunyalarla çevrili  Emirgan balkonu gibi bir hayatım varken ve kafam rahatken, adımlarıma tereddüt çamurunun bir damlası bile bulaşamaz, merak, heves, iştah ve neşe ile adeta uçarak giderdim. Kafam sardunyalı bir balkon kadar rahatken, gitmek gerçekten gitmekti. Gidince her şeyimle gittiğim yerde olurdum.
Artık gidemiyorum. Gittiğim yere her zerremi götüremeyeceğimi biliyorum. Omuzlarımın üzerinde taşıdığım şu yorgun ve asabi kafam yüzünden, gitmeyi arzu ederken, hatta azıcık gözlerimi kapatıp hayalini kurarken bile suçluluk hissi dalga dalga yayılıyor içime. Midemden ağzıma gelen kötü kokulu yeşil bir sıvı gibi suçluluk hissi. Sardunyaları yaşatmıyor.

1 Mart 2024 Cuma

On Numara Hayat

Adamın biri

Evinin önünde otururken

Karşısındaki yeşil demir kapıdan

Çıkan kadınların ikisi

Kendi aralarında fısır fısır anlaşıp

Çantalarındaki cevizlerden üçünü

Bırakmışlar adamın kucağına

Eve girmiş adam, cevizlerle uğraşırken

Dişlerinin dördünü kırmış

Kafesteki dilsiz kuş açlıktan bayılmış

Duvardaki saate bakmış, beşmiş

Altı adımda evden çıkmış adam

Camiye giden dedelerin yedisi

Sekiz kere maşallah

Dokuz kere inşallah deyip

Adamın yanından geçmiş

Yüzünü buruşturmuş adam "off" demiş

On kere söyledim yine anlamadılar

Bıçaklar  sağa, çatallar sola...

28 Şubat 2024 Çarşamba

Gör bak

 Sarma saran güzel kız,

Bir gün sen de yaşlanacaksın.

Sana pazardan yaprak alsınlar diye,

Komşuya eşe dosta yalvaracaksın.

Tencere ocaktayken, salonda uyuyakalıp

Dibini azıcık yakacaksın.

Sarma saran güzel kız,

Bugün değil belki, ama yarın,

Soğan kokan o ellerle

Gör bak,

Ne şiirler yazacaksın.

20 Şubat 2024 Salı

İneklerin canı sıkılmaz


 

Neden mi canım sıkkın?

Çünkü canımın sıkkın olmadığı günler sadece bir yanılsama. Gözüme giren güneş yüzünden görmeyip de üstüne bastığım bok. Birkaç dakikalığına o tarafa bakmamak bokun varlığını iptal etmiyor. Şeyim şeyime denkmiş gibi kafeye gitmeler , yarınlar yokmuş gibi konserlerde bağıra çağıra şarkı söylemeler hepsi kandırmaca... Pis ve karanlık bir ahırda kapalı tutulan ineğin,  VR gözlük takıp kendisini uçsuz bucaksız çayırlarda geziyor sanması ve bu sayede sütünün yani başkalarına sağladığı faydanın artması gibi. Çok benziyor bence. 

5 Şubat 2024 Pazartesi

Biber

 Bugün burada elimdeki kalemi beceriksizce kavrarken, zorla bir iki kelime kondurmaya çalışıyorum önümdeki kağıda. Dışarıda eksi onbeş derecede bir saat eldivensiz dolaşıp da kapalı mekana yeni giriş yapmış birine ait sanki parmaklarım. Her zaman geldiğim kafede cam kenarındaki masada oturuyorum fakat huzursuzum. Yayılamıyorum. Üst üste defalarca yenilip içinden bir türlü çıkamadığım bir bilgisayar oyunununda hissediyorum kendimi. "Bir sonraki aşama şu an yaşadıklarımın on katı hatta yüz katı daha zordur kesin" diyerek içimi kat kat karartmakla meşgulüm. 

Hiçbir yere konamayan, kıçında koca bir dikenle gezen minik, sarsak ve yorgun bir kuşum sanki. Nereye bıraksam kendimi rahat değilim. Uyamıyorum. Uymuyor. Orası değil yerim. 

Haddinden fazla doldurulmuş bir biber dolmasıyım belki de. Dolgu malzemesi ziyan olmasın diye "bu bibere bu iç fazla" demeden tıkılmış tıkıştırılmış. Ağzımdan, gözlerimden, omuzlarımdan, bir aydır aynı lastikle bağladığım saçlarımdan, delik deşik uykularımdan taşıyor içim. Sığmıyorum. Endişe, kaygı, ümitsizlik, küskünlük, yetersizlik hissi... 

Bu bibere bu iç fazla. İnsaf.

Tül

 Kızartma kokusu sinmiş saçlarıma.

Ellerim...

Sultangazi otobüsünden son durakta inen kadınlarınki gibi olmuş; kuru ve sevimsiz.

Kaşlarım kaç gün kaç gece önce çatılmış sayısı belli değil.

Gözlerimin önünde incecik bir tül.

Herkese ve her şeye bir tülün ardından bakıyorum.

Görmeyeyim diye kendimi, bir tülün ardına saklanıyorum.

Dilsiz Kuş

 

Kalemimin ucundaki dilsiz kuş,

Hangi makasla kestiler senin sesini?

Kanatlarının altına alacaktın sonsuz maviliği

Ne oldu neden küstün?

Rüzgarla selamı sabahı kestin.

Buluta yüzünü çevirdin.

O mercimek kadar gözlere bunca hüznü nasıl sığdırdın?

Dilsiz kuş,

Sessizliğe suskunluğa alıştın mı yoksa?

İşte o en fenası...