Londra, Richmond, St Mary Magdelena Kilisesi
Türkiye'de alışık olduğumuzdan çok daha serin bir Haziran günü, evimden kilometrelerce uzakta bir kilise avlusundayım. Bir duvara oturdum ve yazmaya başladım. Pek fazla gelen geçen yok, ama olanlar da başlarıyla selam vermeyi ihmal etmiyorlar. Buraya gelmeden önce kırlarda bir saat süren çok yeşil ve çok oksijenli bir yürüyüş yaptım. Gözlerimi kapadım ve temiz havayı derin derin içime çektim. Birbirinden sevimli köpeklerle karşılaştım. Sahiplerinin yanından ayrılıp bana yanaştılar, kokladılar. Kafalarını okşadım, o güzel kahverengi gözlerine baktım. Bakıştık. Birbirimize zararımızın dokunmayacağından emin olduk.
Üzerimde bir tshirt , bir süveter ve yağmurluk var. Boynumda da ince bir kaşkol. Genel olarak insanlar benden daha az giyinikler. Demek ki alışmışlar. Acaba ben nelere alıştım farkında olmadan? Başım önde yürümeye, yüksek sesle gülmemeye, insanlarla hemen samimi olmamaya, öküz altında buzağı aramaya... Kilisenin çanları çalıyor, büyük bir ağacın gövdesinde iki sincap birbirini kovalıyor . Sessizliğin içine kuş cıvıltıları ve sincapların ayak sesleri yayılıyor. Seviyorum buraları, çok seviyorum.
***
Bugün garip yerlerden yazma günüm heralde. Şimdi de Richmond Green denen yeşil alanda kriket oynayanları izliyorum. Beyaz kıyafetleri, V yaka beyaz yelekleri içinde sarışın genç adamlar. Hepsi İngiliz soylusu mudur bilemem ama bir iki tanesi Prens William'a benziyor. Henüz oynamaya başlamadılar. Öylesine atış yapıp, bir yandan da şakalaşıp gülüşüyorlar. Oturduğum bankın diğer ucunda Hintli olduğunu tahmin ettiğim kara kuru bir delikanlı oturuyor. Bu sütlaç gibi çocuklara, sarı saçlarına, pembe yanaklarına bakıp iç geçiriyor mudur? Valla ben biraz geçiriyorum sanki. Yani fena mı olurdu, Beşiktaş'ta veya Taksim'de üzerimize üzerimize gelen o erkek yığınının içinde biraz daha böyle vanilya aromalılar olaydı?
Kriket nedir, amaç ne? Topu tutmak mı, atmak mı? Hiç bir fikrim yok. Ama bir bira alıp şu çocukları biraz daha seyredeceğim galiba. Londra'ya geldim diye beni
7/24 müze ve galeri mi gezecek sandınız?
***
Kriket ve biradan vazgeçtim. Richmond'un üç kişi yanyana zor yürüyeceği darlıkta sokaklarında dolaştım. Küçücük ve şık kafeler, kırtasiyeler, publar gördüm. Dondurmaları üst katta yaptıklarını söyleyen bir dükkanın muhteşem mavi tabelasına tav olup içeri girdim. "Gelateria Danieli" Annesi İngiliz ,babası İtalyan bir kız dondurmaların başındaydı. Niyetim sadece bir kahve alıp çıkmaktı ama uzun zamandır denemek istediğim "salted caramel" dondurma diğerlerinin arasından bana göz kırptı. Sadece bir top aldım ve tadına ba-yıl-dım.
Çocukluğumuzda bayramlarda ikram edilen, ambalajı albenisiz, yuvarlak ve kahverengi şekerleri hatırladınız mı? Onun dondurma olmuş halini 40 küsur yaşımda ve burda bulmak ne hoş tesadüf. Dondurmacı kızla sohbet ettik ve bana Richmond Hill'e çıkmamı tavsiye etti. Ben de eski İngiliz iş arkadaşlarımın her telefon görüşmemizde hava raporu vermelerini anlattım. Sebebini şimdi anladım dedim. Karşılıklı güldük.
***
Richmond Hill çok ama çok iyi bir tavsiyeymiş. Şu anda Terrace Gardens diye bir yerdeyim, henüz Hill'in tepesine varmadım. Ama burası da o kadar keyifli bir yer ki, anlatamam. Keşke gerçek bir yazar olsaydım. Size buradaki çeşit çeşit çiçekleri, morun ve yeşilin meğer kaç farklı tonu olduğunu yazardım. Telefonumun şarjı bitti, fotoğraf çekemiyorum. Bütün gayretimle buraları hafızama kazımaya çalışıyorum. Ne olur sevgili beynim, kaç yaşıma gelirsem geleyim bugünü, bu anı, şu gördüklerimi benden alma.
***
Tepeye kadar yürüdüm. Gerçekten güzel bir manzara var. Epey rüzgarlı olduğu için biraz sersemledim. Oksijen de çarpmış olabilir. Sanki bütün bu yaşananlar ödül değilmiş gibi kendime bira ısmarlamaya karar verdim. Roebuck diye bir pubdayım. Half pint lokal bir bira içiyorum, bir yandan da cebimdeki İstanbul bademlerini kemiriyorum. Dışarıda oturacaktım ama elimde bardakla ve saçlarım ağzıma girerken yazamayacağımı anladım. Yapış yapış bir pub masasından bildiriyorum sevgili okuyucu.
Hayat, sen ne güzelsin! Ve ben ne şanslıyım! ( Düşünün ne kadar yorgunum, üç yudum birayla "öpüjem" kıvamına geldim)
Biranın kalanını dışarıda , İngiliz rüzgarına kendimi teslim ederek içmeye karar verdim. Daha sonra tırmandığım tüm bu yolu ineceğim. Düzeltiyorum, yuvarlanıp gideceğim ;)
***
Thames kıyısına ulaştığım noktada, bir duvara tüneyip yazıyorum bunları. Önümdeki akmıyormuş gibi görünen uyuşuk nehir üzerinde kanolar geziyor. Keman çalan yaşlı sokak çalgıcısına metal bir İngiliz parası veriyorum. Kafam güzel, kaç TL olduğunu hesaplayamıyorum. Ayrıca ne önemi var? Burda, gözlerimden yaşlar akarak ama hiç de mutsuz hissetmeyerek oturmamı söyleyen o kemanın içli sesiydi. Ah be amca, topladığı paraları evdeki hasta karısına ve aç çocuklarına götürecekmiş gibi de durmuyorsun ama, senin bu halinde bana dokunan birşey var yine de. Thames kıyısında, canlı klasik müzik eşliğinde yazılıyor bu satırlar, güzel okuyun.
***
Richmond Green'deyim tekrar ve bizim sütlaçspor hala kriket oynuyor. Biraz baktım ama hiç sarmadı. İyi ki takılmamışım bunlara. Dondurmacıya tekrar gittim ve verdiği tavsiyeden dolayı kıza teşekkür ettim. İstasyona gidip beni Earls Court'a götüreceğini umduğum bir trene bindim. Karşımda Keanu Reeves'in gençliğine benzeyen bir çocuk oturuyor. Ya da oturmuyor. Bu çok önemli değil. Trenin kalkmasını beklerken insanları izliyorum. Straplez bluzla gezen de var, kaşe kabanına sarılan da. Keanu cips yiyor ve arada bir tuzlu parmak uçlarını yalıyor. Bu kadarını uyduruyor olamam heralde. Tren hareket etti. Earls Court'a gitmiyorsa birazdan çok eğleneceğiz. Keanu cipsin üzerine bir de çikolata yedi ve trenden indi. Şarjım olsaydı sinsice çekerdim resmini yemin ederim.
***
Bu arada bütün gün neler yiyip içtiğimi düşünüyorum: bir sandviç, bir küçük meyve suyu, bir top dondurma, bir kahve ve bir ufak bira. Abarttığımı düşünmüyorum, üstelik deli gibi yürüdüm. Bu performansla bu tatilden de kilo almayı başararak dönersem kendime çok kızacağım.
***
Bir daha trende yazmayacağım, midem bulanıyor.