Müstakil ve sobalı bir evdi büyüdüğüm ev. Ne zengin ne fakir, orta direk bir çevreye doğdum. Yirmi altı yaşıma kadar o evde yaşadım. Yaşadık. Sonra Beşiktaş’a kaloriferli bir apartman dairesine taşındık. Banyo musluğundan akan sıcak suyla yüzümü ilk yıkadığımda yirmi altı yaşındaydım yani :) Yeni evdeki ilk sabahlarımda gözümü açtığımda pencerenin kapının yerini filan yadırgadım. Zamanla alıştım Beşiktaş’a. Çok da yabancısı değildim zaten. Çarşısına pazarına gelirdik eskiden beri. Ama burada yaşamak farklıydı tabi.
Eski mahallemizde her ama her gördüklerinde okulun, işin nasıl gittiğini, evdekilerin halini hatırını, hatta ananemi babanemi soran komşularımız vardı. Hayır dua eder, selam gönderirlerdi. Yaz ikindileri kapılarının önünde sohbet etmek üzere toplaşırlardı. Minik taburelerine oturup gelene geçene laf atan bu teyzeler grubundan ergen aklımla pek hoşlanmazdım. Yolumu değiştirirdim bazen. Cep telefonu yoktu tabi o zamanlar. Olsaydı önlerinden geçerken konuşuyormuş gibi yapardım kesin. İçlerinden birinin benim yaşlarımda torunları vardı. Dolayısıyla o, diğerlerine göre okulla ilgili mevzulara daha bir yakın daha bir hakimdi. Diğerleri "Allah zihin açıklığı versin, kaça gidiyorsun, kaçta dönüyorsun" seviyesindeyken o, ÖSS ÖYS vize final bütünleme ince ince sorardı. Eğitim Bakanı diye isim takmıştık ona kardeşimle. Bakan teyzeye tekmil vererek geçti yıllar. Mezuniyet, kep töreni, hatta staj, iş başvurusu, iş görüşmeleri, sigorta, servis, mesai, ilk maaş... Kariyer planlamamın yılmaz bekçileriydi komşu teyzeler. Beşiktaş’a gelirken o meraklı ve şefkatli bakışları ardımızda bıraktık. Birer ikişer veda etti onlar da önce kapı önü taburelerine sonra hayata.
Şu son birkaç senedir söyleniyordum. Ulan herşeyin en kötüsü hep bize mi denk geldi arkadaş diye. Ekonomik kriz, deprem, salgın, yangın, sel, savaş... Bugün farklı düşünüyorum. Çok iyi şeyler de gelmiş başımıza. Şimdi dizilerde filmlerde aradığımız ortamlara doğmuşuz mesela. Bir gün Bakanlar Kurulu'nu özlemle anacağımı tahmin edemezdim. Yazarken böyle oluyor, o kalemin ucu tahmin etmediklerimi çıkarıyor hep önüme. Bazen kendi içime arkeolojik kazı yapıyor gibi hissediyorum. Gizli tüneller, dehlizler, mağaralar, yer altı gölleri, dışarıda hiç olmayan renkler biçimler, yılanlarla ve elmaslarla dolu sandıklar. Saraylar, kulübeler, meydanlar ve patikalar. Bir tarafta buz yeşili keskin kenarlı bir yalnızlık, öte yanda hazır çorba gibi kokan bunaltıcı insan yığını...
"Yazmak varmakla eş değer değildir. Hatta çoğu zaman varmak değildir." demiş ya önemli biri (keşke kim olduğunu bilsem) Benim yazılar da öyle, başladığı yere dönemiyor. Ring sefer mümkün değil. Çocukluk evim diye başlıyorum tüneller, yılanlar ve elmaslarla bitiriyorum. Esen kalın.
Sanat eseri Haluk Akakçe'ye ait 💚