Dün İstanbul'un tamamında ve neredeyse bütün ülkede saatler süren bir elektrik kesintisi yaşadık. Şarjı biten telefonumun da marifetiyle elimde sündükçe sünen kitaba bu vesileyle odaklandım. Kitapta kusur yok aslında, sorun bende. Evinde internet, elinde akıllı telefonu olan benim gibi bir insanın bunların sunduğu zıttırı foktan dünyaya arkasını dönüp kitabına gömülmesi hakikaten büyük mesele. Yani başlı başına bir kişisel gelişim konusu. Üzerine gidilip aşılması gereken bir zayıflık.
Kitaba gelecek olursak, hala "Günlük Ritüeller"i okuyorum. Hani şu ineklerden ilham alan tuhaf yazarlar filan... Garip alışkanlıklarını bir yana bırakacak olursak tüm bu yaratıcı hanımların ve beylerin ortak yönleri de var. Birbirlerinden farklı dönemlerde, ülkelerde yaşamış da olsalar neredeyse hepsi günde en az bir kez yürüyüşe çıkıyor mesela. Bazıları bunu iki kez yapıyor. Yeni fikirlerle ve oksijenle dolarak dönüyorlar masalarının başına. Örneğin, Charles Dickens Londra sokaklarında yürürken bir yandan hikayesini düşünmeye devam ediyor, bir yandan da kendi deyimiyle " üzerine bir şeyler inşa etmek istediği resimler" arıyormuş. Ahh! O kadar özledim ki Londra'yı, yürüyüş yapan bir sürü sanatçı olmasına rağmen, bu muhteşem şehrin adı geçsin diye bu yazıda, Charles Dickens'ı örnek verdim.
Kitapta günlük ritüelleri anlatılan yaratıcı insanların birçoğunun br diğer ortak noktası da, çok fazla kahve içiyor olmaları. Balzac'ın kahve tüketiminin günde 50 fincanı bulduğunu okuyunca elim ayağım titredi.
Tabi ki buna bağlı olduğunu düşündüğüm bir diğer ortak yönleri hemen hepsinin uykusuzluktan muzdarip olması. Çoğu ,ilaçlarla uykuya dalabiliyormuş.
Hangi saatte, hangi pozisyonda, ne acayiplikte alışkanlıkların eşliğinde olursa olsun, hepsi ama hepsi her gün çalışmış. Yazmış, çizmiş, beste yapmış. İlham unsurunu hiç birisi pek ciddiye almamış. Hatta birisi " Ohooo, ilham perisini bekleseydim, yılda 3 şarkı ancak bestelerdim" demiş.
Yani, gülümsemek gibi aslında. Çok mu zorlama bir benzetme olduğunu düşünüyorsunuz? Bence değil, çünkü gülümsemek için de içinizden gelmesini beklemeyin deniyor ya. İç dünyamızın vücut dilimize yansıması gibi, tersi de mümkün. Bedenimizle ruh halimizi etkileyebiliriz. Masanın başına oturup eline kalemi aldığında, yağmurluğunu giyip havaya aldırmadan yürüyüşe çıktığında, ipek gömleğini giymek için doğum gününü beklemekten vazgeçtiğinde o önemli adımı atmış oluyorsun. Babam hep şöyle der: Başlamak bitirmenin yarısıdır.
Bir şeylere başlamak için itici gücü dışarıda aramak, kendi potansiyelimizi ve değerimizi küçümsemektir. Halbuki başlamak için bize gereken , tamamen bize ait bir nedendir. " Ben spora başlayacağım, çünkü düzenli egzersiz sayesinde sırt ağrılarımdan kurtulacağım. Bu da beni mutlu edecek" gibi bir sebep mesela. Yüzde yüz benimsediğiniz bir nedeniniz olduğunda, o iş için gereken kaynak, zaman ve enerjiyi buluyorsunuz. Ama "Spora başlamalıyım çünkü kocam kilomla dalga geçiyor" gibi bir nedenle başlanan yolculuk uzun sürmüyor. Adam ,hatunun tayt vesaire masrafını ön görüp " hayatım bir dirhem et bin ayıp örter" gibi bir cümle kurduğu an bırakılabiliyor o spor.
Elin oğlu şöyle der: If the why is strong enough, how is easy. Yani güçlü bir sebeple başladıysanız bir işe, gerisi teferruattır.
Kendimi , saadet zinciri firmaların büyük otel salonlarında yüksek volüm müzik eşliğinde teyzelere yaptığı motivasyon toplantılarında gibi hissettim.
Anlaşılan o ki, elektrik kesintisi sebebiyle bir kaç saat Face'e , oraya, buraya girmeyince, çoktandır kullanmadığım gariban beyin hücrelerimde bir bayram havası yaşanıyor. Kendimi tutamayıp beste bile yapabilirim, şaşırmayın.