Koltuk da çok rahat dedi sırıtarak. Kalkmaya hiç niyeti yok. Önündeki cam sehpanın üzerinde iki üç sene öncesinin kadın dergileri duruyor. En kalınlarından birini almış eline. Hangi sayfada ne yorum yapacağını biliyorum çünkü bu Suna Hanım'ın buraya ilk ziyareti değil. Birazdan "ay eskiler moda oldu yine, bu kalın topuklar benim genç kızlığımda da vardı" diyecek.
Eski kuaför dükkanım kimilerinin Kanyon'un arkası demeyi tercih ettiği Gültepe'deydi. Gül gibi takılıyordum ta ki sayısaldan üç beş bir şey tutturup üzerine de borç alıp Beşiktaş’a gelip Suna Hanım'ın sahibi olduğu apartmanın girişindeki dükkanı kiralayana kadar. Apartmanın ve doğal olarak dükkanın da mal sahibi olan Suna Hanım neredeyse her gün geliyor ve her defasında koltuk da çok rahatmış deyip yayılıyor. İki ay oldu, annem daha ayak basmadı yeni dükkana. Suna'ya her gün gelsin çaylar gitsin kahveler.
Eminönü'nden aldığım bidon şampuanı "markalı" boş şampuan şişelerine boşaltırken dikti gözlerini üzerime.
- Huni yok mu huni? Hunisiz olmaz o iş canım benim. Bak ziyan oldu yarısı. Paranın kıymetini bil kızım. Kolay mı kazanıyorsun. Milletin saçıyla tırnağıyla kılıyla tüyüyle sabahtan akşama kadar...
"Kolay değil tabi, kazandığımı da sana veriyorum Suna Hanım'cım" diyemedim.
- Çocuğu gönder, caddenin aşağısında bimilyoncu var. Onda var huni. Ben geçen gün kavanoz kapağı almaya gittim. Çok güzel boy boy huniler var.
- Tamam Suna Hanım. Gönderirim oğlanı. Sen bir şey istiyor musun, sana da alsın mı bir huni?
- Benim var yavrum, sağol.
- Sayende benim de olacak.
- Efendim?
-Yok bir şey.