Kovid
oldum. Ne çok ağır ne de çok hafif geçirdim diyebilirim. Instagram’da yeşil
oje, latte, başparmakta yüzük, beyzbol şapkası, tayt üstü çorap, kıvrılıp halka
şeklinde uyumuş kedi paylaşan çok takipçili kızlardan görmüştüm. Onlar kovid
olduklarında evdeki izolasyon süresinde filmler, sezon sezon diziler izlemiş,
kitaplar okumuş hatta kitap yazmaya başlamıştı. Bana öyle olmadı. Evet
hastalıktan ölüp geberecek noktaya gelmedim ama bir şey okuyacak veya yazacak
kadar iyi değildim. Kafam dağınıktı toplayamadım maalesef. Yani yedi günlük
inzivadan da yine bir edebi esersiz çıkıyorum sevgili okuyucu. Annem ve babamla
birlikte yaşadığım için günümün çok büyük bir kısmını odamda mal mal oturarak
geçirdim. Ben onlara hastalık bulaştırmayayım diye kafayı yerken ebeveynimin
iğne atsan yere düşmeyecek bir cumartesi günü
kendilerine uygun gördükleri destinasyonlar ise dudak uçuklattı. Babam cenazeye,
annem pazara gitti.
Instagram’da Londra sokaklarını hallaç
pamuğuna çevirdim. Çocuk kitabı illüstrasyonlarıyla ilgili o kadar çok şeye
baktım ki odamın duvarlarında pantolonlu filler dolaşmaya başladı. Gözlerim ve
boynum iflas etmeden telefonu bıraktım. Uzun uzun pencereden dışarıya baktım.
İzleyecek epey mevzu vardı çok şükür. Otelle burun buruna olduğumuz için oradan
çok ümitliydim ama size şu kadarını
söyleyeyim; turizmde işler sanıldığı kadar iyi olmayabilir arkadaşlar. Bunu
dört gündür boş olan otel odasının kapalı ve tozlu panjurlarına bakarak
söylüyorum. Koronamın başında iki gün boyunca odada Araplar vardı, su
şişelerini ve ayakkabılarını camın dışına koyan. Hiç de eğlenceli değillerdi ve
gittiler. Geçen yaz mesela on gün kadar kalan bir Amerikalı kadın vardı. Kara
kuru ve sanırım dertliydi. Sigara ve kahveyle hayatta kalıyor gibiydi. On gün
boyunca açık penceresinin önündeki sandalyede oturup incecik bacaklarını güneşe uzatarak aynı
kalın kitaba bakmıştı. Okumuş muydu, bilemem. Geceleri telefonda biriyle
ağlayarak kavga eder, “annemden nefret ediyorum, umarım ölür” diye bağırırdı. Onun
gibisi bir daha gelmedi.
Neyse
, korona izolasyonum sırasında Bosfora Otel beni oyalayacak bir seyir zevki
yaşatmadı kısacası. Allahtan martılar vardı. Bir yazı yazayım ve içinde martı
geçmesin, mümkün olmayacak galiba. Şöyle yazmışım ilk gün: Karşı çapraz
apartmanın çatısında bir martı hep aynı yerde duruyor. Ya öldü ya yumurtladı. Sonra
eklemişim. Martı yaşıyor, arada oturuş yönünü değiştiriyor. Nadiren totoyu kaldırıp
bacaklarıyla açma germe hareketi gibi
bir şeyler yapıyor. Saatlerce Çamlıca Kulesi
seyretmekten sıkılırsa , dönüyor arkasını kafayı kanatların arasına
gömüp uyukluyor. Anlaşılan o ki yakında
ailenin yeni üyeleri yolda. En tizinden viii viiii sesleri bizi bekler.
Hayırlısı. Öyle derler ya, hayırlısıyla dünyaya gelsin de gerisi önemli değil.
Bunlar dünyaya gelmişler de kabuklarını kırmamışlar henüz. Aaaa aynı ben! Kendimi
kabuğu çatlamamış martı yumurtasına benzetmediğim kalmıştı bir tek, o da
bugünlere kısmetmiş. Koronada insan hakikaten içe dönüyor kendiyle yüzleşiyor
bla bla bla. Örneğin ben korona izolasyonum sırasında bir gece kendimi
kalorifer böceğine benzetmişim. Kafka mısın mübarek! Kalorifer böceği olayı
şöyle dökülmüş satırlara: Sabahın dördü. Annemler sahura kalktı. Kulağım
mutfakta. Sinsi ve şaşkın bir kalorifer böceği gibi pusudayım. El ayak
çekilince mutfak bana kalacak. Sıramı sabırla bekliyorum. Etraf sessizleşince
fıtı fıtı süzülüyorum mekana. Çay hala sıcak.
Aklım
bütün gün bütün gece yavrularının tepesinden inmeyen cefakar martıdaydı. Adını Fatoş koydum. Bu Fatoş
günlerdir her türlü meteorolojik koşulda aç bilaç ne yapıyor nasıl dayanıyor
diye kafaya taktım. Anasının evinden getirmedi heralde bu yumurtaları, babası
nerde bu sabilerin, öyle gagayı havaya dikip bağırmakla olmuyor bu işler filan
diye Fatoş’un hayırsız kocasına söylendim. Kuzenime anlattım. Dedi ki, “ya
hep aynı martının oturduğunu nereden biliyorsun?” Ohaaa ben bunu nasıl
düşünemedim. Korona beyin yakıyor arkadaşlar net bilgi. Hakikaten de geçen
sabah nöbet değişimine bu gözlerle şahit oldum. Bu kimin kocası buuu, bu
Fatoş’un kocası. Selahattin is back in town. Hoş geldin Selahattin. Selahattin
güzelce yerleşti yavruların üstüne. Bu arada Fatoş, kanatları poposuna vura vura arkasına bile
bakmadan uçtu gitti. Selo geldi oturdu ama Fatoş’un durağanlığı hemen geçmedi ona. Kafası gözü oynuyor, tepesinden sağından
solundan geçenlere, uçanlara, kaçanlara bakıyordu. Muhtemelen içinden şu
geçiyordu Selahattin’in : Ulan bir gün evde oturalım dedik, herkesin
gezeceği sosyalleşeceği tuttu.
Belki
şöyle konuşmalar oldu bazılarıyla:
-Şşşt!
Selahattin! Napiyosun olm, gelmiyo musun iskeleye?
-Yok
abi siz gidin ben bugün evdeyim çocuklar bende.
-Faruk!
Faruk! Bağırma lan benim , Selahattin. Napıyonuz oğlum nereye böyle, çok
şıksın?
-Yok
be abi, her zamanki halimiz. Balık Pazarı’na gidiyoruz. Gel sen de.
-Gelemem
oğlum, evdeyim ben bugün. Vapurlara da takılcanız mı lan yoksa?
-Ayıpsın
abi, bırakır mıyız? Huaa haaa haaaaa !!! Yengeyi görürsek selamını söyleriz! Huaah
haaa aaa aaaa.
-Yavaş
lan Faruk. Titredi valla çocuk, erken çatlama olacak senin yüzünden.
-Sengül
abla nereye böyle hayırdır?
-
A a aaaa! Arka sokakta kadının biri küflenmiş ekmekleri yan apartmanın çatısına
atıyor Selahattin. Çok sevdiğimden değil, güvercinleri korkutmaya gidiyorum.
Hııaa hıaa hahaha hahaha !
-Sengül
abla ama bu nasıl bir gülmektir yaa.
O
gün gözüm Selahattin’deydi. Hayat limon
verse limonata yapardım belki ama elimde seyredecek bir denyo martıdan başka
neyim vardı ki? Ayrıca yeri gelmişken, hayatın limon verdiği herkes aynı
şekilde elinde limon sıkacağı vesaire ile hazırolda bekliyor mu olmak zorunda
acaba? Üretken, yaratıcı olmadığım ve pozitif vayb yaymadığım anlar için
hayattan ve limonlardan özür mü dilemeliyim? Martı Selahattin’e dönecek
olursak, yemin ediyorum size, yazıya detay olsun diye uydurmuyorum. En az beş
kere kalktı yerinden sonra da zor yerleştirdi totosunu kuyruğunu. Bir işi zorla
yapanla gönülden yapan nasıl fark ediyor ben o gün orada gördüm. Düşünsenize ,
Fatoş’u ben ilk gün ölü sanmıştım ya. Öyle bir konsantrasyon. Öyle bir
adanmışlık. Kımıldamıyordu zavallım. Kurtlu Selo ise hiçbir şey yapmasa oturduğu yerden plastik
borunun kenarıyla oynuyordu.
Kuştu
böcekti derken geçirdim sayılı günleri. Bu pis hastalığı pencere kenarında kuş gözlemleyerek geçirmemi
nasip eden ilahi güce binlerce şükür. Çok kötülerini gördük duyduk yaşadık
maalesef. Kayıplar verdik. Toprağın altına girdiği için vedalaştıklarımız oldu
,içimiz yandı. Dünya üzerinde olup da ayrı düştüklerimizin hasreti de az değil.
Keşke
bitse her şey. Bütün dertler. Keşke bütün gün Fatoş’u, Selahattin’i,
Selahattin’in her kavgaya karışan serseri arkadaşlarını, yavruların kime daha
çok benzediğini filan konuşsak…