Arkadaşım Müge'nin hediye ettiği defteri çantaya attım ve yola çıktım. Bu satırları suyun üstünde yazdım. Sevgili Müge, bana kalbin kadar temiz bu sayfayı... Yok yok, öyle değil. Böyle:
Sırf senin güzel hatırın için, sana selam olsun diye ve bu güzel deftere artık hakkettiği gibi alımlı bir giriş yapmak gerektiğinden burdayım işte. Yazıyorum. Kadıköy motorunda. Boğaz'ın üstünde sağa sola sallanırken. Sağımda Dolmabahçe, Mimar Sinan Üniversitesi, Galata Kulesi tepede ve tabi ki The Marmara, Ceylan, Süzer. Solumda nereye gitsem bana kendini gösteren Çamlıca Kulesi. Adını bilmediğim alçacık camiler, tek minareli. Caminin de 1+1'i oluyor mu acaba sorusunu akla getiriyorlar.
İlerliyor motorumuz. Kız Kulesi'nden bir makas. Amerikalı arkadaşımı etkilensin diye buraya getirdiğim günü hatırlıyorum. Yirmi iki yıl önce filan. Kafesinde kahveyi karton bardakta servis edişleri dün gibi aklımda. Bununla ilgili şaşkınlığım hala sürüyor. "Orada bana bir prenses gibi muamele etmeleri icap ederdi" hissiyatım yerli yerinde duruyor. Topkapı Sarayı ile göz göze gelmeye çalışıyorum ama aramızdan ilginç tasarımlı bir toplu taşıma aracı geçiyor. Deniz otobüsü mü, yeni tip bir şehir hatları vapuru mu bilmiyorum. Huckleberry Finn maceralarındaki buharlı nehir gemilerini andırıyor. Selimiye Kışlası'nı kulelerinden tanıyorum. Rıhtımda dev vinçler, kafaları kopuk zürafalar gibi. Gözleri nerede kimbilir, ayakta uyuyorlar. Dalgakırana dizilmiş kanatlılar. Karabatak mı? Galiba. Ne kadar az şey biliyorum kuş börtü böcek hakkında. Bir tek martıları tanıyorum. Yaygaracı, goygoycu, serseri martılar. Devletin çiftçinin kara gün dostu olduğunu iddia eden kalıplı bir binanın önünden geçip Haydarpaşa'ya yaklaşıyoruz. Paşa'nın kendini görmeyeli çok oldu. Dışına astıkları robot resmiyle idare ediyorum.
Kadıköy İskelesi göründü. Suları köpürte köpürte yanaşıyoruz. Dans ederken eteklerini çırpan Huysuz Virjin gibiyiz. Castara castara castara...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder