ABLAM
Her şey ablamın üniversite arkadaşlarıyla her zamankinden
daha sık görüşmeye başlamasıyla başladı aslında. Kendisi gibi bekar ve çocuksuz
olan Selma ile sabah yürüyüşleri, diyetisyen randevuları, et yemeyi bırakmalar,
glutene veda etmeler filan derken ablam kırk dört bedenden kırka indi ve
benimle birlikte aldığı, ikimizin de severek ve rahatlıkla giydiği lastikli
belli Marks & Spencer kot pantolonlarla dalga geçmeye başladı.
Ablamın gün geçtikçe Selma’nın daha çok etkisinde kaldığını
görüyordum. Yeni yeni huylar edinmişti. Akşamları dizi izlemek yerine kitap
okuyor, ütü yaparken müzik dinliyordu. Saçma sapan şeylere para harcıyor, en
fazla bir hafta yaşayacağını bile bile her pazartesi eve
çiçek alıyordu. Selma’nın komşularından kendileri gibi emekli, vakti bol,
sorumluluğu az kadınlarla toplaşıp yoga yapıyor, dolunay gecelerinde
birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı.
Ablamın salondaki kırk yıllık büfesinin üzeri mumlar,
tütsüler, adını bilmediğim taşlarla dolmuştu. Eve gittiğimde içerisi Çukurcuma’daki
küçük eskici dükkanları gibi kokuyordu.
Sonra bir gün bu ikisi, ablam ve Selma, dediler ki “biz
longoz ormanlarına gidiyoruz, çadırda kalacağız”. Meğer bu Selma’nın yaratıcı
yazarlık kursundan tanışıp samimi olduğu birileri varmış, onlarla
gideceklermiş.
“Abla” dedim. “Sen otele giderken bile yastığını götürürsün.
Olur olmaz her yatakta rahat edemezsin. Ne çadırı, ne kampı?”
“Ben” dedi. “Konfor alanımın dışına çıkıyorum.” Laflara bak.
Selma’nın öğretmesi hep bunlar. Yok efendim sınırlarını zorlayacakmış. Aslında
o sınırları oraya kim koymuşmuş… Neredeyse beni suçlayacak. İnsanın haddini
bilmesi fena bir şey mi yav? Elalemi kendine güldüreceksin, olacak olan o. “Tamam”
dedim. “Git gör ebenin konforunu”.
Dünyanın parasını harcadı. Çadırı, tulumu, çantası,
ayakkabısı, yağmurluğu, matarası, eldiveni, ohoo daha neler neler.
Düşündüğümün tam tersi oldu ve ablam aşırı iyi geçen ilk kamp
macerasından sonra bir nevi amazona dönüştü. Kokulu yağlar, taşlar, kristaller,
çaylar, çubuklar, boy boy mumlarla evlerini mabete çeviren kendi gibi arkadaşlar
edindi. Yaşlarına başlarına bakmadan hippiler gibi dağ bayır gezdiler. Buz gibi
derelerde, dizlerine kadar suların içinde yürüdüler, gün doğumunda Nemrut’a
çıktılar. Ne sistit ne de bronşit oldular.
Ablam otuz sekiz bedende, sıkı popolu, bronz tenli,
çantasında termosu ve kitabıyla gezen, yüksek sesle gülen bir tipe dönüştü. Selma, Selma’nın polisiye öykü atölyesinden arkadaşı
Yeşim ve Yeşim’in Uşak halılarındaki sembollerden yola çıkarak tasarladığı
takılarla ünlenen kardeşi Müge ile birlikte Göbeklitepe’ye gittiler.
Gelir misin diye bana hiç sormadı. Gider miydim? Son anda
sorduğu ve kendimi hazırlayacak süreyi bana tanımadığı için, hayır. Gelmemi
isteseydi, benden olumlu cevabı alacak şekilde nasıl ne zaman sorması
gerektiğini bilirdi. Konfor alanı filan diyor ama ablam benden kaçıyor sanki. Ona unutmak istediği bir sürü şeyi, ne bileyim,
mantı yiyip kola içtiğimiz akşamları, saatlerce karşısından kalkmadığımız
televizyon programlarını, kendine çiçek almadığı günleri filan hatırlatıyorum
diye belki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder