Daha bir yaşına gelmeden, ağzımıza kaşıkla bir şeyler tıkıştırılmaya başlanan hayatımızın o ilk aylarında başlıyor yemek ve oyun birlikteliği. Kaşıkla havada daireler çizmeler, " aç ağzını bak uçak geliyor" demeler... Yemeğini güzel yiyene oyuncak vaadleri, yemeyene oyundan ve oyuncaktan men etme tehditleri...
Benim çocukluğumda sokakta oynamak diye bir mefhum vardı. Tadından yenmezdi. Açlıktan bayılacak olsa hiçbir çocuk oyunu yarım bırakıp eve yemeğe gitmezdi. Salçalı ekmekler ve bilumum ekmek araları oyunu bırakmadan karnımızı doyurabileceğimiz en mükemmel yemeklerdi. Üniversite yılları ise kantinde King oynarken yenen tost ve sosislilerle geçti. Ders çalışmak için toplanılan evlerde oyunun yerini partiler ve dedikodu aldı, yemekler dışarıdan söylendi. İş hayatıyla birlikte gömlek ve kumaş pantolon giymeye başlanan dönemde özellikle biz kadınlar için oyunun adı alışverişti. Açlıktan bayılma noktasına gelene kadar vitrin bakar mağaza gezerdik. Neyse ki AVM denen yüce yapılar imdadımıza yetişti. Oyunumuza kısa bir mola verip karnımızı doyurmamız ve kaldığımız yerden devam etmemiz mümkün oldu. Başka şehirlere veya ülkelere göç edenler tuttukları 1+1 evlerde mutfakla salonu, yemekle oyunu birleştirdiler.
Yemek, kapalı kapılar ardında pişen, önümüze bir tabakta gelen, bizi doyuran ve bitince unutulan basit bir unsur değil. Hiç olmadı. Yemek, hayat oyununun neredeyse her yerinde var. Kafka'nın restoran açma hayali, podyumlarda abur cubur görünümlü Mc Donalds logolu kıyafetler, makaron rengi kozmetikler, yemek filmleri festivali, Beethoven'ın ağız tadıyla bir kahve içmek için besteyi güfteyi bir kenara bırakıp oturup kahve çekirdeklerini sayması...
Tüm bunlar şunu gösteriyor: Hangi yaşta hangi oyunu oynuyorsak oynayalım "yemek" kendine mutlaka bir şekilde yer açar, hatta rol çalar.
Tüm bunlar şunu gösteriyor: Hangi yaşta hangi oyunu oynuyorsak oynayalım "yemek" kendine mutlaka bir şekilde yer açar, hatta rol çalar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder