Galataport Kahve Dünyası’nın balkonundan merhaba. Topkapı
Sarayı ve Ayasofya elimi uzatsam dokunabileceğim mesafede sanki. Parçalı
bulutlu bir gökyüzü. Güneş bulduğu aralıklardan gönderiyor demet demet ışığını.
Yine martı bağrışmaları ama beraberinde o çığlıklara çok yakışan vapur
düdükleri. Boğazın şu an yeşile bakan gri sularının kıyıya çarparken çıkardığı
ses. İncecik bir gümüş tel gibi parlayan ufuk çizgisi. Kadıköy tarafında uzun
boyunlarını havaya kaldırmış, kuvvetli bacaklarının üzerinde dikilen heybetli
vinçler. Ve yaşasın! Üzerimizdeki bulutların iki yana açılmasıyla bir anda bizi
her yanımızdan kucaklayan güneş. Uysal dalgacıkların bir dansözün simli kolları
gibi ahenkle alçalıp yükselmesi. Suyun kıvrılıp bükülmesi. Bir prensesin ipek
yorganının altında sağından soluna dönmesi. İnsanı hipnotize eden bir devinim.
Muhteşem bir an. Bütün yazarların, eli kalem tutanların
olmak isteyeceği bir masadayım. Şükür doluyum. Hakkını verememek endişesi hep
var. Burada oturan bir Seray Şahiner, bir Orhan Pamuk, Haldun Taner, Sabahattin
Ali, ne bileyim bir Selçuk Altun olsaydı
kim bilir neler yazar nasıl anlatırdı. Az önce gördüğüm tipsiz sokak kedisinin
kuşların peşinde sarf ettiği beyhude çabayı bile koyarlardı satırlarının
arasına. Yine güneş gösterdi yüzünü. Milyon tane küçük ayna serpildi sanki suya.
Sağımdaki solumdaki masalara insanlar yerleşmeye başladı.
Birine Amerikalı bir arkadaşlarını getirdi iki Türk. Fotoğraflar çektiler şevkle,
gururla. Öbürüne bir kız oturdu. Dert küpü. Telefonda birilerine birilerini
şikayet ediyor. Burnunu çekip duruyor. Sigarasını çakmağını çıkardı.
Telefondakine laf yetiştirmeye ara verebilirse yakacak da tüttürecek. Hasta,
asabi ve nikotin bağımlısı bu kız beni geriyor. Canım sıkıldı. Bu sümüklü
sünepe şey nasıl da keyfimin içine ediyor. Kahvesi küçük boy. Dilerim bitirince
defolur gider. Vazgeçtim gitmesini beklemekten. Koskoca terasta mecbur değilim
onun muşmula yüzüne, burun çekiş sesine ve sigara dumanına.
Masa değiştirdim. Şimdi Çamlıca Kulesi’ne ve Boğaz Köprüsü’ne
bakıyorum. Kuleyi görmek beni neşelendirmiyor. Ev aklıma geliyor. Güneş Çamlıca
Kulesi’nin eteklerindeki bir bina yığınına vuruyor. Oradaki sokak aralarında
oynayan çocukların sırtları ısınıyordur belki. Belki bir kadın cam siliyordur.
Evin beyi kimsenin geçmediği sokağı
seyrediyordur balkondan.
Sümüklü muşmula mekanı terk etti. Benim de kahvem biteli çok
oldu. Suyumu tüketiyorum yavaş yavaş. Serinledi birden hava. Sokakta oynayan
çocuklar üşüyecek. Bir yük gemisi geçiyor açıktan, rengi gül kurusu. Belli ki
gençliğinde kıpkırmızıydı. O kadar yük o kadar yol kimi soldurmaz ki? Kalkmaya
karar verdim. Bir dahaki sefere daha erken gelmeye çalışacağım. Martıları,
vapur düdüklerini ve dalgaları daha çok dinlemek için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder