Niyet ettim kendi rızamla Beyoğlu'na gitmeye. Bindim otobüse uydum güneşe. Camların ardından içimi ısıtan malum sarışın, Taksim meydanında yüzüme bakmadı. Kim bilir nerelerden gelip nerelere esmekte olan hoyrat rüzgarlar dondurdu da her yerimi bir gıdım içi sızlamadı zalım güneşin. Buluşmaya gelmedi de fotoğrafını gönderdi gibi oldu. Görüntü var idi evet ama santigratı yoğudu. Üşümekten beynim büzüşmüştü. Şive esprileriyle sempatiklik peşine düşmemden belliydi.
Peki benim derdim neydi de gittim İstiklal Caddesi'ne? Bir nebze olsun yurt dışı deneyimi yaşamak için mi? Zira orası artık çevrenizde asgari seviyede Türkçe duyabileceğiniz bir yer. Sanki hepsi aynı siyah veya gri montu giymiş tipsiz erkek kalabalığı. Yalan söylemeyeyim, tipsizlerin bazıları kadındı. Bunu yazan da sanırsın Burcu Esmersoy.
Neyse efenim, niyetim ciddiydi. İyi niyetliydim. Çok da akıllıydım, kuntiz bir plan yapmıştım. Pera Müzesi'ne cuma günleri akşam 18:00'den sonra girişler ücretsiz. Nasıl? Evet, çıkışlar da ücretsiz. Dedim ki, saat 16:00 gibi Beyoğlu'nda olayım. Hoş bir yerde bir kahve, ufak bir hoşluk bir minik tatlı eşliğinde kitap okuyayım. Birinci sorun şuydu ki bir takım hesaplama ve tahmin hataları sebebiyle 15:00 gibi intikal ettim İstiklal'e. İkinci ve daha büyük sorun - Instagramda Paris ve özellikle Saint Germain kafeleri ve sokakları ile ilgili çok fazla hesap takip ediyor olmamın etkisiyle sanırım - gönlüme göre bir mekan bulamamamdı. Korona, kapalı yer, kalabalık, soğuk, nargile, loş, zevksiz diye burun kıvırarak dolandım durdum. Sonra yorgunluk ve bezginliğimin zirveyi gördüğü anda basiret denen şeyimin de bağlanmasıyla bir mekana demir attım. Camı kapısı kapalı, ufacık bir kafeydi ve her masasında üçer dörder kişi vardı. Bonus olarak bir de toraman bir kedi vardı içeride ki , onu söylemiyorum bile. Ben nasıl üşümüş ve yorulmuşsam, bir de tabi kendime çok kızmıştım. Akılsız kafamın derdini çekmekte olan bedenim mağdur konumundaydı resmen. Belki de ceza olsun diye kendimi oraya oturttum. Şekerim mi düşmüştü acaba, ne kadar saçma sapan konuşuyordum, kendim kendimi anlamakta zorlanıyordum. (Allah bu satırları okuyanın yardımcısı olsun.)
Bir sütlü amerikano ile yanına irice bir bilye büyüklüğünde bir hurma topu sipariş ettim. Kitabımı çıkarttım. O kitap okunacak! Taşımışım o kadar ayol. Hurma topum hemen bitmesin diye elimden geleni yaptım. Evde temizlik yapmaktan cam silip perde takmaktan annesine yazdığı şiiri okuma fırsatı bir türlü bulamayan bir kızın hikayesini okudum. Hikayenin ortasında hurma bitmişti. Maalesef her güzel şeyin bir sonu var. "Yazarın da hayal dünyası amma genişmiş." diye dudak büküp sıradaki öyküye geçmeden bir de ince bellide çay söyledim kendime. Bergamotlu çayıma eşlik eden hikaye ise her gece otogara gidip bineceği otobüsü bir türlü yakalayamayan bir adamdan bahsediyordu.
Pera Müzesi'ne ücretsiz girişin başlamasına on beş dakika vardı. Popüler Kültürde Bizans diye bir sergi gezecektim hem de beş kuruş vermeden. Aklımla gurur duydum. İyi biliyordum paramın hesabını. Hesap istedim. Bir çay bir kahve ve bir kaç ısırık hurmaya 55 (yazı ile elli beş) lira dediler. Onlar öyle deyince ben de verdim tabi. Olay çıkaracak halim yok. Elegan bir insandım sonuçta, birazdan beremi fuları takıp sergi gezecektim. Paris'te de olsam böyle yapardım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder