26 Şubat 2015 Perşembe

Yalnızlık Senfonisi


Dulum... Eşimi kaybedeli birkaç hafta oldu. Onun gittiği günden beri kimse yüzüme bakmıyor. Yavaş yavaş hayatın dışına itiliyorum. Dahası, sırf rahmetliye birazcık benziyor diye hiç tanımadığım bir başka çorapla beni yakıştırabiliyorlar. Hayatımın geri kalanında bot içine giyecekler beni, veya gece yatmadan evvel çatlak ayak topuklarını kremleyen Mediha hanım, çarşaflarını korumak maksadıyla benden faydalanacak. 

Anneannem tek kaldığında daha yepyeniymiş. Pembe beyaz atmaya kıyılmaz bir güzellikteymiş. O zamanın insanları da daha vefalıymış. İçini pamukla doldurup evin küçük kızına bebek yapmışlar rahmetliyi. 

Babamlar ise sobalı bir evdeymişler. Ev sahibinin kapaklı, küçük bir gaz yağı kutusu varmış. Eskimiş veya tek kalmış çorapları ikiye üçe böler, gaz yağına batırır, sabahları sobayı tutuşturmak için kullanırmış. Neyse ki babamların  sonu korktukları gibi cehennem ateşi olmamış. Aslında tam olarak ne olduğunu da bilen yok. Ev sahibi, bayram ziyaretine  gelirken yolda ayakkabıları su alan misafirlerine vermiş bizimkileri. Bir daha da haber alınamamış.

Bana ne olacak bilmiyorum. Çekmecenin diplerine ilerlemeyi başarırsam, fazla göz önünde olmazsam hayatta kalabilirim. Tabi buna yaşamak denirse. Ama gelecekten umutluyum. Gün gelecek çoraplar da tek satılacak. Bir zamanlar bikiniler de sadece takım satılırdı, ama artık tek alt da alınabiliyor. Evlilikler kısa sürüyor, kafelerde yalnız oturanların sayısı artıyor. 1+1 evler peynir ekmek gibi gidiyor. Hayat hızla tekilleşiyor. Böyle devam ederse insanlar yakında iyice tuhaflaşır. Bunalıma girince kendini alışverişe veren insanoğlu, satın alması en kolay ve zevkli nesneye, çoraba yönelecektir. İsteyen tek isteyen çift alacaktır. Tek olma fikri bana bile birkaç hafta öncesinde olduğu kadar korkunç gelmiyor.

Dul bir çorap olarak size son sözlerim şunlar olabilir: Sizi başka biriyle tanımlamalarına, sınırlamalarına izin vermeyin. Siz siz olun. Haa bir de, renklilerle beyazları karıştırmayın, yumuşatıcı kullanın. Sevgilerimle...

23 Şubat 2015 Pazartesi

Aylak Kızın Günlüğü / Yaptıklarım Yapacaklarımın Teminatıdır

Yazılarımda bahsedip de gitmek istiyorum, görmek istiyorum dediğim yerlerin ne kadarına gittim acaba? Bu soru işaretiyle yaşamamazsınız, biliyorum. Konuyu  hemen aydınlığa kavuşturuyorum. Aylaklığımın raporudur:Beyoğlu'nda bir fotoğraf sergisi gezdim geçenlerde, öncelikle ondan bahsetmek isterim. Burhan Doğançay Müzesi'ndeydi.  Hatırlarsanız, sanatçının özellikle 1986'da Brooklyn Köprüsü'nün bakımı sırasında çektiği  resimleri görmek istediğimi yazmıştım. Serginin mekanla uyumuna bayıldım. Çıkışta İstanbul şantiyelerinde fotoğraf çekmeye koşarım zannediyordum ama vakit kaybetmeden Brew Lab'a gidip günlük kafeinimi ödüllü baristanın elinden aldım.


Miro sergisi ziyaretimi girişin ücretsiz olduğu bir Çarşamba günü gerçekleştirdim ve okul gezisinin olduğu bir ana denk getirmeyi istemeyerek başardım. Çevremde böyle bir ergen enerji bulutu olmasaydı da Miro'yu daha fazla anlar mıydım bilemiyorum. Ama bazen anlamadan seversiniz ya , onu yaşadım. Müzenin sinemasında izlediğim "Ah Güzel İstanbul" ise ekmek kadayıfı üzerindeki kaymak gibiydi. 

If Istanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde istediğim hiç bir filme - biri hariç- bilet bulamadım. İnsanların bunu nasıl başardığına yönelik komplo teorileri uydurdum. " Toz Ruhu" isimli bir Türk filmini izledim ve akabinde yönetmen ve senaristin entellektüel festival kitlesinin sorularını ciddi ciddi cevaplayışına hayran hayran tanık oldum. Filmi de beğendim bu arada. 

Bir de Murat Palta'nın gözümde büyüttüğüm "Tasviri Beyaz Perde" sergisi vardı. Gözümde büyüyen sergi değil yeriydi. Nişantaşı'nda bir galeriye girememe gibi bir kişilik bozukluğum vardı. Hala var mı bilmiyorum ama bugün insanlık için küçük benim için büyük bir adım attım ve Galeri X-ist' e gittim. Saçımın fönlü, paçalarımın kuru olduğu bir gündü. Galeride benden ve boş damacanaları taşıyan sucudan başka kimse yoktu. O adamın ortalıkta oluşu beni rahatlattı. Sergide özellikle Kill Bill ve Inception filmlerinin afiş-minyatürlerini çok beğendim. 

Yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır efenim. Hedeflerim arasında Pera Müzesi'nde Giacometti isimli ressam heykeltıraşın sergisine gitmek var. Son gün 26 Nisan. Müzeye cuma günleri  18:00-22:00 saatleri arası girişin ücretsiz olduğunu kulağınıza fısıldayayım. Giacometti'nin heykelleri " çok da basitmiş yaw, biz niye yapmamışız ki bunu" dedirtecek cinsten. Amaaaaa , adamın "At Arabası" isimli  ürünü dünyanın en pahalı on sanat eseri  arasında yer alıyor. 101 milyon dolara bir fon milyarderi satın almış.

Bu yazımı havalandırması yetersiz bir Starbucks'ta çay içerek ve evden getirdiğim keki yiyerek yazıyorum. Mesajım net:Aylaklıkla hovardalığı karıştırmayalım! 

21 Şubat 2015 Cumartesi

Aylak Kızın Günlüğü / Sarıyer - Londra Hattı

Sıkıntılı rüyalar görüp, sabahın altısında uyanıyor, başucumdaki cep telefonundan internete girip rüya tabirlerine bakıyorum. Üstüste “ileride başıma çok üzücü şeyler geleceğine işaret eden” rüyalar görüyorum. Bilinçaltıma inip kabuslarıma karışmanız güç biliyorum ama en azından beynimin dibinde telefonla uyumamam konusunda kınayın beni.Biri beni durdursun.

Kar, buz, fırtına derken dışarı çıkmaz oldum. Evde yalnız kalan çocuk ne yapar? Gittim kek yaptım. Yarısını da tek başıma bir oturuşta yedim, bu esnada arka arkaya iki film seyrettim.Biri beni durdursun.


“Beyazlar altında Beşiktaş silueti” fotoğrafını arka odanın penceresinden günde en az on kere çektim. Kar yağarken, güneş varken, martılar komşu çatıya konmuşken, martılar o komik ayak izlerini bırakıp gittikten sonra ... Böyle, böyle nerdeyse yüz resim oldu. Biri beni durdursun.

İnsanların facebookta paylaştıkları gerçek haberleri zaytung sanıyorum. Biri beni durdursun.

Biri beni durdursun, canım Karaköy’de yeni açılan North Shield’ı teftişe gidip bir Irish Coffee’lerini içip ısınmak istiyor.

Ayranım yok içmeye, uçak bileti bakıyorum kaçmaya.Skyscanner’da İstanbul-Londra biletleri için fiyat bildirim alarmı kurdum, fiyat düşünce mesaj geliyor.Mesaj geldikçe “mind the gap” ler kulaklarımda çınlıyor, ama Pound olmuş 4 TL. Kraliçeyi ziyaretin hiç sırası değil biliyorum, biri beni durdursun.


Bitmedi, Sarıyer’deki Sadberk Hanım Müzesi’ndeki Pabuç Sergisi’ne gitmek istiyorum. 127 farklı ayakkabı, bot, terlik arasında kaybolmak, 19-20. yüzyıllarda da  kadınların evde kocalarına “hiç ayakkabım yok” deyişlerini hayal etmek istiyorum. Müzekart +’ım sayesinde müzeye 5 TL’ye girmek, kalan parayla Sarıyer’in meşhur kol böreğinden ve  kazandibinden yemek istiyorum. Müze sonrası Tarihi Sarıyer Muhallebicisi ve Tarihi Sarıyer Börekçisi’ne gitmeyi planlamak yanlış olmaz düşüncesindeyim.Bu yediklerimden sonra eve kadar yürüsem yeridir ama vapur keyfi ile günü taçlandırmak istiyorum. Sarıyer’den akşam üzeri 6’da bindiğim vapurla hiiiç trafik denen çileyi çekmeden 7’de Beşiktaş’ta olayım diyorum. Yorgunluk kahvemi de vapurda içerim artık.

Böyle işte, oturduğum yerden neler istiyorum böyle, biri beni durdursun.

17 Şubat 2015 Salı

Dik dur ve gülümse... Bırak neden gülümsediğini merak etsinler... (Che Guevara)

Bir grup Alman psikolog bir çalışma yapmış. Denek grubuna çizgi film izlettirirken, grubun  yarısından dudakları arasında kalem tutması istenmiş. Bu hareket yüzümüzdeki gülümseme kaslarının kasılmasını diğer bir deyişle gülümsemeyi imkansız hale getiren bir hareketmiş. Grubun diğer yarısından da tamamen ters etkiye sahip, denekleri gülümsemeye zorlayan hareket olan dişleri arasında kalem tutmaları istenmiş. Dişleri arasında kalem olanlar çizgi filmi daha komik bulmuş.Biz, yüzü duygunun yansıması olarak biliriz ama süreç tersten de işleyebiliyor.Duygu yüzde başlayabilir.

Bunu geçen sene okuduğum Blink isimli kitaptan aldım. Yaklaşık 250 sayfalık bir kitap, ama beni özellikle yukarıdaki bölüm çok etkiledi ve o dönemde görüştüğüm bir çok insana hevesle, heyecanla anlattım. Çünkü hepimiz başımız ve omuzlarımız dik yürümek için, parfüm sürmek için, dizi çıkmış eşofmanları çıkarıp evden kendimizi dışarı atmak için, yeğenlerle komik videolar çekmek için  öncelikle içimizden gelmesini bekliyoruz. Bekliyoruz ki içimiz güzel enerjilerle dolsun, hayat bayram olsun.O zaman rastık çekerim, sek sek de  sekerim diyoruz. Ama öyle değilmiş işte. Sen içinden gelmesini beklemeden o ruju sürecen, o kokoş şapkayı takacan. Gün içinde girdiğin bir lavabonun aynasında, bir vitrin yansımasında  kendini beğenecen. İçinin mutlulukla dolup taşmasını, hayatın dört dörtlük yolunda olmasını beklemeden gülümseyecen.-Zorla da olsa- gülümseyenler hayattan daha çok keyif almış, Alman psikologlar söylüyor.

Öte yandan, bu şehrin, bu ülkenin sokaklarında hele tek başına yürürken, tanıdık tanımadık karşıdan gelen herkese gülümseyerek bakmak için yanında Alman kurdu gezdiriyor olman gerekiyor. Ben şahsen en olumlu tepkiyi yetmiş yaş üzeri teyzelerden alıyorum. Onlar da bana gülümsüyor. Teyzecim, gel şurdan sana bir de pembe ruj alalım. Genç gösterir.

Bu,  “içinden gelmese de yap, kös kös oturup içinin açılmasını, tomurcuklanmasını bekleme” felsefesini tuttum ben. Ha bugün böyle diyorum, yarın depresyonun karanlık ve rutubetli koridorlarında sürünüyor olurum, o ayrı. Aleme verir talkımı, kendi yutar salkımı.

Ben de gittim, 41. yaşını kutlayan kankaya ödev verdim. Haftada en az bir kere rujlu foto gönderecek. Foto kesinlikle evde çekilmiş olmuycek. İş, güç, çoluk, çocuk, gelir, gider  diye diye hatun kendini unuttu. Ruj sürerek mi kendini bulacak? Burdaki esas konu, içinden gelmesini beklemeden zorla da olsa sürsün o ruju. Belki hoşuna gider haftada bir değil iki kere sürer. Saçını değişik toplar, küpe takar. Ofiste biri iltifat eder... Daha önce söylemiştim galiba, - zorla da olsa- gülümseyenler hayattan daha çok keyif almış, Alman psikologlar söylüyor.

Kız arkadaşların böyle destekleyici, şımartıcı , gerektiğinde uyarıcı, hizaya getirici tarafları var. Olmalı. En son buluşmamızda günlük hayatın bitmeyen ağlanmalarına yenik düşmedik ve zamanımızı birbirimize iltifat ederek geçirdik. “Sen falancanın partisinde saçını şöyle yapmıştın harika olmuştu, sen hiç kambur durmuyorsun, kuğu gibisin, sen kafaya koyduğunu yapıyorsun , sen yeni tanıştığın insanlarla kolaylıkla sohbet edebiliyorsun, sana kırmızı çok yakışıyor, sen çok komiksin, sana gülmek çok yakışıyor, vs, vs...”

İyi ki Alman bilim adamları var, iyi ki birileri böyle şeyleri biz normal insanların okuyacağı kitaplarda anlatıyor. İçimden geldi, öpüyorum hepinizi!

12 Şubat 2015 Perşembe

İlhamsız Köyün Kavalcısı - Kafamda Deli Sorular

Bu sabah, yazmak için olabilecek en konforlu ortamı yarattım kendime.Her kapı açılışında  iyice soğuyan kafe köşelerinden değil,   pofidik terliklerimin ve polar eşofmanlarımın içinden, evden sesleniyorum size. Dört saattir bilgisayar başındayım, adı ilham olan arkadaş ne geldi, ne aradı. İstesem takip ettiğim gazete ve dergilerden -The Newyorker olsun, Readers Digest olsun - bulurum bir life style yazısı, tercüme eder, belki başlığını değiştirir, biraz kırpar, derli toplu bir blog yazısı haline getirebilirim. Öyle yapmadım. Onun yerine kalbim kadar temiz bu sayfayı açtım ve yazmaya başladım. İlham çalışanlara gelirmiş ya, onu test etmiş olacağız hep birlikte.

Aklım saçma sapan birbirinden alakasız konular arasında, tansiyonu düşmüş tavuk gibi dolanıyor. Belki ondan çıkmıyordur yazı.

Mesela, bir işe girmeyip zamanımı bu şekilde geçirdiğim için 50 yaşıma geldiğimde kendime kızacak mıyım acaba? Bu soru zihnimi çok meşgul ediyor. Aile büyüklerim ve hatta bazı yaşıtlarım Seksenler dizisindeki anne gibi, sigorta , maaş diyor, emeklilik vesaire diyor. Bazıları açık bir şekilde, bazıları  ima yolunu seçerek bunu yapıyor. Yaş yükseldikçe daha “dolaysız” olduklarını söyleyebilirim. Aynı okullardan aynı senelerde mezun olmuş arkadaşlarınızla uzun bir aradan sonra bir araya geldiğinizde “çalışmıyor” olduğunuzu öğrendiklerinde anlamaya çalışıyor, şaşkınlıklarını gizlemek için ekstra neşeli bir  sesle “ ohh, en güzeli, bizim de oğlanın okul taksidi olmasa, valla ben de tükendim artık...” gibisinden cümleler kuruyorlar. Ama ben biliyorum ki onlar, okul taksidi, ev kredisi, borcu, harcı da olmasa çalışırlar. Normal insanlar böyledir. Müdür olmak için, araba için, cep telefonu için, özel sağlık sigortası için , daha yüksek maaş ve rütbe için , daha fazla kişinin üstünde olmak için çalışırlar. Yurt dışındaki eğitime kendisi gönderilmedi diye, yazılan e-mail’de kendisine cc yapılmadı diye yemeden içmeden kesilirler. Bahsettiğim bu insanlar arasında kardeşlerim, kuzenlerim, çok yakın arkadaşlarım var. Bu kişilerin doğru olanı yaptığını düşünüyorum. Böyle düşünüyorum çünkü herkes bu şekilde yaşadığına göre normali budur.

Sorun, benim fıtratımda “kariyer” veya  “kariyer planlama” nın olmayışı.İş hayatımın hiç bir evresinde bana verilmeyen bir payeyle ilgili hırsım olmadı. Aksine arkamdan ittirilerek bir yerlere getirildim. Sekiz yıldır çalıştığım firmadan yaklaşık yedi ay önce ayrıldım. Kurumsal hayata , hiç bir zaman aidiyet hissetmediğim “iş” dünyasına geri dönmek fikri ne kadar karnımı ağrıtıyorsa başta sorduğum soru da o derece uykularımı bölüyor : bir işe girmeyip zamanımı bu şekilde geçirdiğim için 50 yaşıma geldiğimde kendime kızacak mıyım acaba?

İçinizi karartmak istemem ama gün nerdeyse bitti, çay soğudu, ilham da gelmedi. Şöyle bitirelim o zaman. (alıntı)

Ben bu dünyaya bir türlü alışamadım
Bu yüzden insan içine karışamadım
Bana mı sordunuz adımı koyarken
Bir küstüm bir daha barışamadım

9 Şubat 2015 Pazartesi

Filmin Tadını Çıkarmak

Bir kaç sene önce, "Behzat Ç. Ankara Yanıyor"u gece 23:30 seansında seyretmeye gittiğimizde içeriye gizlice bira sokmuştuk. Amirimi bir kuru mısırla ağırlamaya gönlümüz razı olmamıştı.Ama yani, Behzat komiserimle karşılıklı alkol keyfi yapacağız diye girdiğimiz pozisyonlara bakın!

Geçen gün kızlarla sinemaya gittik.Salonda yerlerimizi  almadan önce herkesin eline birer tepsi verdiler. Tepside üzerlerine numaralı stickerlar yapıştırılmış küçük karton kutular ve ağzı tıpalarla kapatılmış, içlerinde bir takım sıvılar saklayan minik şişeler vardı. Tasty Cinema'ya hoş geldiniz!
Elimizdekilerle paltoları çıkarıp koltuklara yerleşmek biraz maceralı oldu. 1’den 10’a kadar numaralandırılmış gizemli menümüzle filmin başlamasını beklerken etrafa bakındım. Bu sıradışı deneyimi birlikte yaşayacağım insanları inceledim. Birlikte gittiğim kankitolar dahil herkes meraklı ve neşeli görünüyordu. Ön sıradan biri biz yerleşmeye çalışırken tepsilerimizi tutmayı teklif etti. Yavaş yavaş koltuklar doldu, ışıklar kapandı, film başladı.
Film, şık bir evde verilen şık bir partide geçiyordu. Garson davetliler arasında dolanıyor, içki dağıtıyordu. Tam o sırada ekranda “1”i gördük. Bu “ tepsindeki 1 numaralı kutu veya şişeyi aç, içindekini ye veya iç” demekti. Amanın! İçinde scotch ve acısos olan  bombastik bir şey içtik.  Herkesi her anlamda ısıtan bir shot. Tam anlamıyla shot! Alkol ve acı  insanları birbirine yaklaşırmıştı. Filmin eğlenceli moduna girmemiz zor olmadı.

Seyrettiğimiz film Peter Sellers efsanesi The Party’di. Tasty Cinema için olabilecek en uygun film. Baksanıza filmin adı parti zaten.

Gidecek olanlar için sürprizini kaçırmak istemem, o yüzden   menünün tamamını burda tane tane yazmayayım. Peter Sellers'ın misafir gittiği evdeki kuşu besleme esnasında sergilediği seri sakarlıkları izlerken biz de 3 numaralı  kutumuzdan çıkan  kuruyemişleri çıtırdatıyorduk. İçlerindeki karışımlarda  kah votka, kah burbon olan  o şirin şişeler boşaldıkça , 1’den başlayıp 7-8’lere gelindiğinde partiyi izlemiyor, bizzat partiliyor gibiydik.

Tasty Cinema bu olay için Pera Müzesi’nin sinemasını kullandı. Ücret kişibaşı 75 TL idi. Dediğim gibi Tasty Cinema  için The Party çok uygun bir film seçimiydi ve menü-sahne uyumu mükemmeldi Bir sonraki gösteri ne zaman olur , hangi filmle olur merak ediyorum. İnternet sitelerinden takip etmekte fayda var. Soul Kitchen, Chocolat, Chocolate Factory, Ratatouille filmleriyle lezzetli menüler yapılabilir gibime geliyor.

Ya da doğrudan versinler elimize turşu suyunu Neşeli Günler'i izleyelim güle ağlaya. Sirkeeee, limoooon!!!

6 Şubat 2015 Cuma

Aşkın Kanununu Yazsam Yeniden


Mahalle baskısı nedir diye sorun, 14 Şubat derim. Para tuzağı nedir deyin, yine aynı cevabı veririm. Hasetimden değil vallahi. Zamanında ben de kutladım sevgililer gününü. Hediye olarak cep telefonu şarj aleti gelmişti sevdiceğimden. O zamanlar Ericson 688 vardı bende diyeyim de, ne kadaaaar uzun zamandır sap olduğum anlaşılsın. Yani bir ben, bir de gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar.

Çiçek, peluş oyuncak, kalp şeklinde yastık  sektörlerine canlılık getiren, fırsat sitelerini öttüren, kuaförlere mesai yaptıran, sevgilisi olup da kutlamayanı katrana ve tüye bulayan 14 Şubat...

Önceleri kapsama alanına sadece çifte kumrular girerken, son yıllarda yalnızların da bir kredi kartı olduğunu farketti kuntiz sistem. Single partileri, blind date organizasyonları, vesaire... Ama geçen gün bir şey gördüm. Çok şaşırdım. Gün geçmiyor ki bir şeye şaşırmayalım.



Beni şaşırtanlar : The School of Life
Kim ki onlar? The School of Life, hayat için iyi fikirler sunan kültürel bir girişim. Buradaki dersler ve sıra dışı etkinlikler hayatı beklenmedik yeni bakış açılarıyla görmeye ve yeni sorulara kapı açmaya yardımcı olmak amacıyla tasarlanıyor (kendi sitelerinden aldım)
Bilgi Üniversitesi Santralİstanbul’da “The School of Life”  14 Şubat’ta bir eğitim yapacak.
Eğitimin konusu :TEK BAŞINA NASIL ZAMAN GEÇİRİLİR (Aylak kızın günlüğü diye blog yazıyorum, benim niye aklıma gelmedi ki bu?)
Eğitim süresi : 3 saat
Eğitim ücreti: 50 Euro
Adamlar tutmuş, 14 Şubat’a  “tek başına nasıl zaman geçirilir” diye ders koymuş! Çok manidar.
Dersin tanıtımında şöyle demiş:“Tek başınalığın sunduğu rahatlığın ve özgürlüğün keyfini çıkarma yollarını buyrun birlikte keşfedelim.”
Koyun benim cebime üç beş kuruş, ben tek başınalığın keyfini çıkarır, size de gittiğim yerden kart gönderirim. Akıllı pıtırcıklar sizi.

Ayrıca bu eğitimde olur da erkek katılımcı görürseniz, %90’ı , yalnız ve paralı hatun bulmaya gelmemişse, ben de bu ülkeyi tanımıyorum.

Haa “50 Euro’m daha var, bir eğitime daha katılmak istiyorum”  derseniz  7 Mart’ta da “İLİŞKİDE OLMAK GEREKLİ Mİ?”  eğitimi var. Şöyle tanıtmış : Başarılı ve mutlu bir hayat sürmek için ilişki yaşamak bir zorunluluk mudur? Hayatımızın kimi dönemlerinde tek başına olmak bizim için daha iyi olabilir mi?

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kafamda şöyle bir sahne canlandı. Hafif dekolte ve bol takılı bir abla çıkıyor “ amaaan erkek milleti işte. Olsa da deeert, olmasa da anacım. Ne bozuyorsun şekerim bu saatten sonra rahatını? Gez, toz, turlara git, saçını kızıl yap”  gibi tavsiyelerle gelenleri eğitiyor...

Güldürürken düşündüren  bir yazı olsun. Kapanış mesajım şudur : Eğitim şart!  (he he) (hep gülmeyin, biraz düşünün)

2 Şubat 2015 Pazartesi

Aylak Kızın Günlüğü / İnsanlık İçin Küçük Benim İçin Büyük Bir Adım


Gerginim. Bu ay içinde halletmem gereken bir konu var. Kendimle ilgili bir mesele. Daha fazla erteleyip bunun yaşam kalitemi düşürmesine izin vermemeliyim. Derin bir nefes alıp bir defada söyleyeyim: Şubat ayı içinde Nişantaşı'ndaki  X-ist Galeri'de bir sergi gezeceğim. Müzelerde ve yurtdışında onlarca sergi gezdim. Louvre'da dünya harikası sayılacak tabloların önünde elimde poşetlerle umarsızca dikildim. İstanbul Modern'de montumun hışırtısı, ayağımdaki lastik pabucun gıcırtısından gocunmadan dolaştım. Ama gel gelelim Nişantaşı'nda bir galeriye girme fikrine hala kendimi alıştıramıyorum. Saçımın dip boyasından, pantolonumun paça boyuna kadar herşey stres kaynağı. Diyeceksiniz ki abartıyorsun. Ben de diyeceğim ki biliyorum. Daha geçen gün yazdım, bunlar ciddiye alınacak konular değil diye. Ama demek ki ben daha o özgüven seviyesine gelmemişim. Hala kıyafetimle, çantamla varoluyorum. 
Hayır yani, galeriye gireceğim, tıkır tıkır bir hatun gelip " buyrun ne vardı, hayırdır ne iş" diyecek diye mi kasıyorum? "Sergi var dediler, ona geldik " gibi kadıncağızı dumura uğratan bir cevap verip geçerim di mi?
Aslında acaba alıştırma olarak önce Zorlu AVM'ye gidip Prada- DKNY- Miu Miu'ya girip çıksam mı?

Neyse efenim, bu fobimizin üzerine gitmemiz için bizi kamçılayan nedir peki?
Ne var X-ist'te bu Şubat?
Murat Palta'nın "Tasvir-i Beyaz Perde" isimli sergisi var. Bunun sizi heyecanlandırması için en az benim kadar minyatür seviyor olmanız lazım. Minyatür: Hani kitaplarda görmüşsünüzdür. Padişahların tahta çıkma törenleri, şehzadelerin kılıç kuşanmaları, sünnet düğünleri, av partileri, sefere gidişleri filan dantel zarafetinde , en ince detaylar ve o tuhaf perspektif anlayışıyla  resmedilir. 
Çok severim işte ben o minyatür resimleri uzun uzun incelemeyi. 


Murat Palta 24 yaşında bir bebe. Kuzeniyle "olm, Starwars Osmanlılarda olsaydı nasıl olurdu lan" dan tetiklenen hayal gücü sayesinde bu resimleri  yapmış. Çok ünlü Amerikan filmlerinin en bilinen sahnelerini beşyüz yıl öncesinin minyatürlerine dönüştürmüş. Kill Bill'de Uma Thurman'ın o meşhur sarı siyah kıyafetiyle çevresindekileri kılıçtan geçirdiği hafızalarımıza kazılı o sahne örneğin, minyatüre dönüşmüş durumda. Görmem lazım yani, anlıyorsunuz değil mi?
Murat Palta'nın bu sergisi İtalya'da geçen sene olay olmuş. Miramax yukarıda bahsettiğim resmi "Tarantino Osmanlı döneminde" ibaresiyle resmi internet sitelerinde kullanmış. 
Sergide Pulp Fiction, Star Wars, Inception, Interstellar, Scarface filmlerinden sahneler Osmanlı dönemine taşınmış. Bunlar sadece birkaçı. 
Kuzenleriyle Osmanlı döneminde Starwars geyiği yapan bir adamın hayal gücü ve zekasının ürünleri bende müthiş merak uyandırdı. İşin içinde zeka var, sanat var, yaratıcılık var. E bir de minyatür!

Galeri fobimi Tasvir-i Beyaz Perde sayesinde yeneceğim galiba.