25 Şubat 2022 Cuma

Güneş yerinde peki her şey yolunda mı?

 Ufukta batan güneşe doğru uzanan bomboş bir yol resmi düşüyor önüme. Güneşin battığını nereden çıkardım belki doğuyordur? Karıştırıyor muyuz bazen? Ya da önümüzdeki resme   aklımızdakine göre mi yorum yapıyoruz. O gün sol tarafımızdan kalkmışsak baktığımız bütün resimlerdeki   güneşler batık ,yollar çıkmaz mı ?   Bitiş ve başlangıç bu kadar yakın mı yani? Bitti, kapandı, geçti, söndü, öldü, kurudu, silindi derken biz... Meğer bir şeyler yeni mi başlıyor? Uzun yıllar, uzun yollar illa ki yeni başlangıçlar için mi sarf ediliyor? Son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir duyguyu, yıpratan bir hevesi, saçmasapan bir korkuyu, sebepsiz çekingenliği bitirmek, batırmak, gömmek, üstünü örtmek de çok çok emek gerektirmiyor mu?

"Yeniden başlamak lazım" diyor ya Şebnem Ferah. Bangır bangır gürül gürül. Bitirmek de bitirebilmek de en az onun kadar sağlam bir şarkıyı hak etmiyor mu? 






21 Şubat 2022 Pazartesi

Nereye de koydum montumu acaba?

 

Kaybettiğiniz somut bir şeyi yazın dedi hoca. Vallahi efsane bir hikayem var ama kaybetme konusuna mı girer unutmaya mı emin değilim. En büyük salaklıklarım all star listesine rahatça koyabilirim. Söz konusu obje, kendisinden bir daha haber alınamayan eşya: çok sevgili bir mont.
Kahramanımız bir orta boy bavul, bir sırt çantası ve bir adet büyükçe kol çantası ile havaalanına giriş yapar. Check in yapıp bavuldan kurtulur. Uçağının kalkmasına saatler vardır. Yolculuk Londra'yadır ve kızımızın içi kıpır kıpırdır. Keyfi çok yerindedir. Bir kafede oturur. Biraz kitap okur, biraz yazı yazar. Hesabı ödeyip uçağının kalkacağı kapıya yürürken yolda WC tabelası görür. Yaklaşık dört saat sürecek bir hava yolculuğuna boş bir mesaneyle başlamak gibisi yoktur. Kızımız çişini memlekette bırakır. Uçağa binip - her zamanki gibi koridor tarafında olan- koltuğuna oturur. Sırt çantasını yukarıdaki bölmeye, kitabını önündeki file göze yerleştirip cam tarafındaki koltuğa gelecek kişiyi merakla beklemeye başlar. Genç bir kadın gelir. Sorry morry diyerek yerini alır. Birazdan da uçak kalkışa geçer. Uçak burnu havaya dikili vaziyette, mavilikleri yara yara yükselirken kadın ortadaki boş koltuğa kucağında tutmakta olduğu mantosunu koyar. Manto mu? Hımm? Kızın gözleri mantoya takılır. Adeta dalar gider. O kadar uzun süre bakakalmıştır ki, cam kenarı komşusu "May I?" filan der. "Hayırdır, mantom sizi rahatsız mı etti?" demektedir aslında. Ve aslında olan şudur: Kızımız kendi yalnız ve güzel mantosunu düşünmektedir. Az önce terk ettikleri havaalanının tuvalet kabinlerinden birinin kapı arkasında asılı bırakılmış canım manto. Sırtı ürperir, gözleri dolar. Soğuk bir Ekim gününde Londra'ya indiklerinde  termometreler İstanbul’un on derece altını göstermektedir. Hayatında ilk kez İngiltere'de çevresindeki İngilizlerden daha az giyiniktir. Herkes mi pofuduk montlu, kürklü peluşlu olur, pes! Bavuluna kavuşmak da para etmez zira içindeki en kalın parça polar bir svetşörttür. Sarılır ona. Şehir merkezine gidecek otobüsün kalkmasını beklerken sırada tir tir titrer. Otobüs yolculuğu kırk dakika filan sürer. Üşümekten mi stresten mi bilinmez, midesi bulanır. İnmeden beş dakika önce elindeki boş poşete kusar. Bavulu, sırt çantası ve devasa kol çantası ile gördüğü ilk H&M'e girer ve çok güzel yeşil bir mont alır. Daha mağazadan çıkmadan kürklü kapşonunu kafasına geçirir. Memlekette bıraktığı montunu hiç unutmaz. İki hafta sonra aynı havaalanına döndüğünde kayıp eşya bürolarına sorar soruşturur ama bir sonuç alamaz. Mont kim bilir kimin eline geçmiştir, hatta kim bilir hangi ülkededir.

14 Şubat 2022 Pazartesi

Parkta

 

Bir e-dergiye gönderdim bu kısa öykümü. Belli kriterler vardı: Dolunaylı bir gece, taksiye binilecek veya inilecek, sevgiyi beklerken teması olacak, "not kağıdı" ve "gözlük" kelimeleri öykünün bir yerinde illa ki geçecek. "Taksi", "şoför" ve "dolunay" kelimeleri geçmeyecek. Uygun bulunmadı benim öykü. Baktım dergiye hakikaten benimkinden üç dört gömlek üstün şeyler yayınlananlar. İçim rahat yani. Olsun ben seviyorum yazdıklarımı. Daha iyisini yapabilirim, yazmaya devam... 

PARKTA

- Araban nerede?
- Arabam yok.
- Nasıl yani, Şubat ayının en güzel gecesinde, ay gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi parlarken evde mi oturacağız?
- Yoo ben öyle bir şey demedim. İstanbul'un bütün sarı ticari araçları bizim.
- Sen yokken buralar çok değişti bebeğim. Sarı ticarilerin direksiyonlarının başında, isteklerini emir telakki eden o eski kibar adamlar yok artık. Geçen gün bindiğimde "Abbasağa Parkı'na" dedim. Ofladı pufladı, "ablacım şuradan yokuş aşağı rahat on dakikada yürürsün" dedi. Gözlüğüm buğulanmıştı, adamın yüzünü tam  seçemediğim için şaka yapıyor sandım. Baktım hareket etmiyor, söylene söylene indim. Plakasını alacaktım ama not kağıtlarımın hepsini masamda unutmuşum.
- Sen hala Abbasağa Parkı'na mı gidiyorsun? Bitmedi mi o hikaye?
- Bitmedi. Bitiremiyorum.
- İki sene önce o parkta otururken "arabayı kötü yere bıraktım, bir gidip bakayım" diyerek hayatından çıkan o adamı nasıl oluyor da hala bitirmiyorsun , anlayamıyorum.
- Bitiren değil bekleyen olmayı yeğliyorum diyelim. Öteki türlüsü daha çok canımı yakıyor. Vazgeçilmiş hatta kullanılmış olduğumu kabullenmek istemiyorum. Onun da sık sık o parka gittiğini ve  umutsuzca beni aradığını hayal etmek hoşuma gidiyor.
- Peki ablacım. Anlaşılan bu akşam da yolumuz Abbasağa'dan geçecek. Çılgınca kutlayalım tamam mı? Sevgililer günümüz kutlu olsun!

12 Şubat 2022 Cumartesi

Pera Müzesi

 Niyet ettim kendi rızamla Beyoğlu'na gitmeye. Bindim otobüse uydum güneşe. Camların ardından içimi ısıtan malum sarışın, Taksim meydanında yüzüme bakmadı. Kim bilir nerelerden gelip nerelere esmekte olan hoyrat rüzgarlar dondurdu da her yerimi bir gıdım içi sızlamadı zalım güneşin. Buluşmaya gelmedi de fotoğrafını gönderdi gibi oldu. Görüntü var idi evet ama santigratı yoğudu. Üşümekten beynim büzüşmüştü. Şive esprileriyle sempatiklik peşine düşmemden belliydi. 


Peki benim derdim neydi de gittim İstiklal Caddesi'ne? Bir nebze olsun yurt dışı deneyimi yaşamak için mi? Zira orası artık çevrenizde asgari seviyede Türkçe duyabileceğiniz bir yer. Sanki hepsi aynı siyah veya gri montu giymiş tipsiz erkek kalabalığı. Yalan söylemeyeyim, tipsizlerin bazıları kadındı. Bunu yazan da sanırsın Burcu Esmersoy.

Neyse efenim, niyetim ciddiydi. İyi niyetliydim. Çok da akıllıydım, kuntiz bir plan yapmıştım. Pera Müzesi'ne cuma günleri akşam 18:00'den sonra girişler ücretsiz. Nasıl? Evet, çıkışlar da ücretsiz. Dedim ki, saat 16:00 gibi Beyoğlu'nda olayım. Hoş bir yerde bir kahve, ufak bir hoşluk bir minik tatlı eşliğinde kitap okuyayım. Birinci sorun şuydu ki bir takım hesaplama ve tahmin hataları sebebiyle 15:00 gibi intikal ettim İstiklal'e. İkinci ve daha büyük sorun - Instagramda Paris ve özellikle Saint Germain kafeleri ve sokakları ile ilgili çok fazla hesap takip ediyor olmamın etkisiyle sanırım - gönlüme göre bir mekan bulamamamdı. Korona, kapalı yer, kalabalık, soğuk, nargile, loş, zevksiz diye burun kıvırarak dolandım durdum. Sonra yorgunluk ve bezginliğimin zirveyi gördüğü anda basiret denen şeyimin de bağlanmasıyla bir mekana demir attım. Camı kapısı kapalı, ufacık bir kafeydi ve her masasında üçer dörder kişi vardı. Bonus olarak bir de toraman bir kedi vardı içeride ki , onu söylemiyorum bile. Ben nasıl üşümüş ve yorulmuşsam, bir de tabi kendime çok kızmıştım. Akılsız kafamın derdini çekmekte olan bedenim mağdur konumundaydı resmen. Belki de ceza olsun diye kendimi oraya oturttum. Şekerim mi düşmüştü acaba, ne kadar saçma sapan konuşuyordum, kendim kendimi anlamakta zorlanıyordum. (Allah bu satırları okuyanın yardımcısı olsun.) 


Bir sütlü amerikano ile yanına irice bir bilye büyüklüğünde bir hurma topu sipariş ettim. Kitabımı çıkarttım. O kitap okunacak! Taşımışım o kadar ayol. Hurma topum hemen bitmesin diye elimden geleni yaptım. Evde temizlik yapmaktan cam silip perde takmaktan annesine yazdığı şiiri okuma fırsatı bir türlü bulamayan bir kızın hikayesini okudum. Hikayenin ortasında hurma bitmişti. Maalesef her güzel şeyin bir sonu var. "Yazarın da hayal dünyası amma genişmiş." diye dudak büküp sıradaki öyküye geçmeden bir de ince bellide çay söyledim kendime. Bergamotlu çayıma eşlik eden hikaye ise her gece otogara gidip bineceği otobüsü bir türlü yakalayamayan bir adamdan bahsediyordu.


Pera Müzesi'ne ücretsiz girişin başlamasına on beş dakika vardı. Popüler Kültürde Bizans diye bir sergi gezecektim hem de beş kuruş vermeden. Aklımla gurur duydum. İyi biliyordum paramın hesabını. Hesap istedim. Bir çay bir kahve ve bir kaç ısırık hurmaya 55 (yazı ile elli beş) lira dediler. Onlar öyle deyince ben de verdim tabi. Olay çıkaracak halim yok. Elegan bir insandım sonuçta, birazdan beremi fuları takıp sergi gezecektim. Paris'te de olsam böyle yapardım. 

9 Şubat 2022 Çarşamba

Galataport

 

Galataport Kahve Dünyası’nın balkonundan merhaba. Topkapı Sarayı ve Ayasofya elimi uzatsam dokunabileceğim mesafede sanki. Parçalı bulutlu bir gökyüzü. Güneş bulduğu aralıklardan gönderiyor demet demet ışığını. Yine martı bağrışmaları ama beraberinde o çığlıklara çok yakışan vapur düdükleri. Boğazın şu an yeşile bakan gri sularının kıyıya çarparken çıkardığı ses. İncecik bir gümüş tel gibi parlayan ufuk çizgisi. Kadıköy tarafında uzun boyunlarını havaya kaldırmış, kuvvetli bacaklarının üzerinde dikilen heybetli vinçler. Ve yaşasın! Üzerimizdeki bulutların iki yana açılmasıyla bir anda bizi her yanımızdan kucaklayan güneş. Uysal dalgacıkların bir dansözün simli kolları gibi ahenkle alçalıp yükselmesi. Suyun kıvrılıp bükülmesi. Bir prensesin ipek yorganının altında sağından soluna dönmesi. İnsanı hipnotize eden bir devinim.

Muhteşem bir an. Bütün yazarların, eli kalem tutanların olmak isteyeceği bir masadayım. Şükür doluyum. Hakkını verememek endişesi hep var. Burada oturan bir Seray Şahiner, bir Orhan Pamuk, Haldun Taner, Sabahattin Ali, ne bileyim bir Selçuk Altun  olsaydı kim bilir neler yazar nasıl anlatırdı. Az önce gördüğüm tipsiz sokak kedisinin kuşların peşinde sarf ettiği beyhude çabayı bile koyarlardı satırlarının arasına. Yine güneş gösterdi yüzünü. Milyon tane küçük  ayna serpildi sanki suya.

Sağımdaki solumdaki masalara insanlar yerleşmeye başladı. Birine Amerikalı bir arkadaşlarını getirdi iki Türk. Fotoğraflar çektiler şevkle, gururla. Öbürüne bir kız oturdu. Dert küpü. Telefonda birilerine birilerini şikayet ediyor. Burnunu çekip duruyor. Sigarasını çakmağını çıkardı. Telefondakine laf yetiştirmeye ara verebilirse yakacak da tüttürecek. Hasta, asabi ve nikotin bağımlısı bu kız beni geriyor. Canım sıkıldı. Bu sümüklü sünepe şey nasıl da keyfimin içine ediyor. Kahvesi küçük boy. Dilerim bitirince defolur gider. Vazgeçtim gitmesini beklemekten. Koskoca terasta mecbur değilim onun muşmula yüzüne, burun çekiş sesine ve sigara dumanına.

Masa değiştirdim. Şimdi Çamlıca Kulesi’ne ve Boğaz Köprüsü’ne bakıyorum. Kuleyi görmek beni neşelendirmiyor. Ev aklıma geliyor. Güneş Çamlıca Kulesi’nin eteklerindeki bir bina yığınına vuruyor. Oradaki sokak aralarında oynayan çocukların sırtları ısınıyordur belki. Belki bir kadın cam siliyordur. Evin beyi  kimsenin geçmediği sokağı seyrediyordur balkondan.

Sümüklü muşmula mekanı terk etti. Benim de kahvem biteli çok oldu. Suyumu tüketiyorum yavaş yavaş. Serinledi birden hava. Sokakta oynayan çocuklar üşüyecek. Bir yük gemisi geçiyor açıktan, rengi gül kurusu. Belli ki gençliğinde kıpkırmızıydı. O kadar yük o kadar yol kimi soldurmaz ki? Kalkmaya karar verdim. Bir dahaki sefere daha erken gelmeye çalışacağım. Martıları, vapur düdüklerini ve dalgaları daha çok dinlemek için.

8 Şubat 2022 Salı

Pazar

"Umarım hastalanmam" diye geçirdi içinden. Kim bilir pazara girdiğinden beri kaç defadır aynı şeyi tekrarlıyordu. Annesinin tarif ettiği tezgahın başındaydı işte. Giyilmiş kıyafetlerden bir yığını iştahla ve korkusuzca karıştıran kadınlara baktı. Topçuklanmış kazaklara, tuhaf modelli kot pantolonlara, ne renk olduğu anlaşılmayan erkek ceketlerine uzaktan göz gezdirdi. Pazarcı kadın maskesini çenesinin altına indirmiş, dudaklarının arasına kıstırdığı sigarasını içerken bir yandan da altta kalan tüllü pullu abiye elbiseleri müşterilerin görebileceği şekilde giysi yığınının üstlerine atıyordu. Tezgahın başı iyice kalabalıklaştı. "Umarım hastalanmam" dedi yine içinden. Çantasından kolonyasını çıkarıp ellerine bol bol sıktı. Mandalina kokusunu içine çekti. Zaten sımsıkı toplanmış olan at kuyruğunu biraz daha çekiştirdi. Maskesini burnuna iyice sıkıladı. Cesaretini toplayıp tezgaha sokuldu. Pazarcı kadına kendini duyurmayı başardı. Elindeki poşetteki beyaz kaşe kabanı gösterdi. Pazarcı, kabanın içini dışını inceledi. "Taş gibi valla, abla sen bunu hiç kullanmadın mı? Hiç lekesiz bu, bembeyaz."

Pazarın alt katındaki balıkçılar balık kafalarını çöpe çıkarmıştı, üçerli beşerli gruplar halinde yükselip alçalan martı gruplarının yaygarası kafa şişiriyordu. Sesini işitsin diye kadın iyice yaklaştı pazarcıya. Sigara veya ter kokusu alacağını sanıyordu. Burnunun dibindeki gri kıvırcık saçlardan tanıdık bir  mandalina kokusu geldi. Gülümsedi kadın maskesinin altından. "Ben" dedi "çok temiz kullandım... pandemide çok kilo aldım, olmuyor artık... o yüzden..."
"Para veremem, tezgahtan bir şeyler beğen" dedi mandalina kokulu pazarcı. "Umarım hastalanmam" dedi kadın. "Bir şey olmaz korkma" dedi başka bir müşteriye para üstü uzatırken.

Kadın ilkin eline kırk iki beden leopar desenli bir etek aldı. Sonra beli lastikli bol paça bir siyah pantolon girdi radarına. Üzerinde kitap okuyan ayıcık resmi olan gri bir svetşört gördü tezgahın öbür ucunda. Ayıcıklı svetşörtü kendisine atması için birilerine seslendi. Maskesi burnunun altına indi. At kuyruğu gevşedi. Hatta yüzüne bir iki tutam saç düştü. Beyaz kabanını ve üzerine biraz daha para verip leopar eteği, pantolonu ve ayılı svetşörtü aldı. Pazarcı aldıklarını, mantosunu getirdiği poşete tıkıştırıp eline verdi. "Haftaya çok güzel ihraç fazlası sıfır penyeler gelecek abla" dedi. "Gelirim" dedi kadın. Çantasından kolonyasını çıkardı. Biraz kendine sıktı biraz pazarcıya.

Elindeki poşeti sallaya sallaya alt kata indi.  O sırada martının biri ağzındaki balık parçasıyla havalandı. "Umarım hastalanmam" diye geçirdi kadın yine içinden. "Yok yaa bir şey olmaz" diye rahatlattı bu sefer kendini. Bu kısa sohbeti kimse duymadı. Geride kalan martılar boş gagalarını havaya dikip uzun bağırdılar. 

Yağmur

 

Ütü masasını camın dibine yanaştırdım. Tül perdeyi açtım. Yağmur yağıyor. İnce ince ama ısrarlı bir şekilde. Niyetim üç beş satır bir şeyler yazmak. Odamın kapısını da kapadım ama salondaki televizyonu da annemin telefon konuşmalarını da gayet net duyuyorum. Müzik açıp kulaklık takmayı düşünüyorum ama bunu daha önce bir kaç kez  denediğimde şöyle bir şey olmuştu: Dinlediğim müzik beni yönlendirmişti. Klasik müzik, Bach filan dinlerken Jane Austen, klasik Türk müziği kulağımdayken Reşat Nuri Güntekin taklidi yapıyordum. "Çok bedbahtım, malumatım yok" gibi laflar edesim geliyordu. Jazz dinlersem de kendimi kafede sanıp çayın kahvenin derdine düşüyordum. "Ne içsem... Evde süt var mıydı?" derken yine muhteşem bir edebi eser ortaya koymaktan uzaklaşıyordum. İşte tüm bunları düşünüp üç saatlik bir yağmur sesi kaydı taktım kulağıma. Yağmur yağıyor şimdi gözlerime, kulaklarıma, defterimin sayfalarına. Alışık değilim gün ortasında annemi mutfakta çalışırken bırakıp odaya kapanmaya. Yazarlık taklidi yapıp, yazarcılık oynayıp işten güçten kaytarıyorum adeta.


İki martı geldi kondu şimdi karşı çatıya. Bir hikaye yazmam lazım. Karakteriniz bir hayvana benzesin dedi hoca. Benimki martı olacak sanki. Her türlü pisliğe girip çıkıp bembeyaz kalmayı başaran, yaşlansa da genç görünen, saçlarını hep geriye tarayan, konuşurken gülerken sesinin tonunu ayarlayamayan biri. Bir adam veya bir kadın... Annecim sık dişini, kızın yağmur dinleyip martı izliyor. Hakkımızda hayırlısı.