28 Ocak 2015 Çarşamba

Aylak Kızın Günlüğü / Bir Kolyeyle Başlar Herşey


Bir kolyeyle başlar herşey. 
Biraz iddialı bir parçadır, ama dolapta giyilmeyi bekleyen kahverengi bluzunuzla hoş bir kombin yaratacağınızdan emin bir şekilde kolyeyi alır eve gelirsiniz. Daha montunuzu üzerinizden çıkarmadan hemen gider kahverengi bluzu askısından alıp yatağın üzerine koyar,  yeni kolyenizi özenle yerleştirirsiniz. Bluzun kahverengisi hatırladığınızdan daha bir bordoya çalıyordur , “kahve değil de daha çok mürdüm müymüş bunun rengi”  derken bulursunuz kendinizi. Hevesle giyinip, kolyeyi takarsınız. Aynanın karşısında, kolyenin boyunun o yaka modeline uygun olmadığını  acı içinde tespit edersiniz.Uygun yakada ve uygun renk tonunda bluz arayışınız başlar. Bir gün bir yerde bulursunuz. Eve gelir iki parçayı nihayet birleştirirsiniz. İyidir hoştur ama yeni bluzun boyu biraz uzundur. Altına tayt giyseniz daha şık olacaktır. E tabi, bildiniz, uygun renkte bir tayt gerekir. Siz taytı da alana kadar havalar ısınır,bu sefer de kışlık  bluzla sıcaklarsınız. Kolye takı kutusunun derinliklerinde can sıkıntısından patlar. Bir akşam dışarı çıkarsınız aynı kolyeyi bir arkadaşınızın düz beyaz bir tshirt üzerine taktığına  ve ne kadar da “çabasız bir şıklık” sergilediğine  tanık olursunuz. Kolyeyi  yaz tatilinde, arkadaşınızla pişti olmayacağınızdan emin,  ince askılı  elbisenizle  takmaya karar verirsiniz. Bodrum’daki ilk gecenin sonunda kırmızı burnunuzun ve iddialı kolyenizin göz aldığı selfie’lerinizi gururla paylaşırsınız.
Bazılarına eziyet gibi görünse de, çoğumuz tüm bunlara seve seve katlanırız, takıcılardan tukuculardan çıkmak bilmeyiz. …
Bu yazıyı Mart 2014’te yazmışım. O zaman da  bu kadar çok” tarz mıyım, neyim”  programları var mıydı televizyonlarda hatırlamıyorum. Veya metrekareye düşen moda bloggerı  bu seviyede miydi?
 
 
Biz kadınların giyim, kuşam, güzellik, gençlik zaaflarımızdan faydalanan o kadar çok akıllı var ki. Girmişiz bir kere bu çarka,  içerde kalmamız için  psikolojimizle oynuyorlar, ses etmiyoruz. “Kim Korkar Hain 40’tan” diye bir kitap okuyorum. Kitap yazmanın nasıl bir emek işi olduğunu az çok biliyorum. Geceni gündüzünü bilmeden, sağlığından ve sevdiklerinden feragat ederek yazılıyor o satırlar. Bu sebeple bu okuduğum ürüne kitap değil “copy-paste çalışması” dersem umarım “yazar” hanımı çok üzmüş olmam. Bu “kitap” , dört bilemedin beş kadın dergisi karıştırarak , sayfa sayısı artsın diye araya “Kleopatra’nın güzellik sırları” gibi kel alaka bölümler ekleyerek kotarılmış nadide bir eser J Ama gördüğünüz gibi, okuyorum ve yazar hanıma son bir hafta içinde iki ayrı televizyon programında denk geldim. Dedim ya, birileri zaaflarımızdan faydalanıyor J
Beğenilmek, kabul görmek çok güzel. Hayat bundan ibaret değil elbet, ama üzerimizde hissettiğimiz hayranlık dolu bakışlar enerjimizi anında yükseltiyor, bu bir gerçek. O yüzden, hep o tatlı “beğenilme sarhoşluğu kafasını” yaşamak istiyoruz.
Hatırlamamız gereken, bunun bir oyun olduğu. Unutmayın, yanlış çanta- ayakkabı kombini yaparsak ölmeyiz.Tırnak boyumuz bu senenin kabul gören milimetrik kriterleri dışında kalırsa hayatın sonu değil J

 

Aylak Kızın Günlüğü / Kilitli Odalarda Bana Teyze Dediler


Bir akşam saat dokuz gibi, kuzenlerle  Beşiktaş'tan Taksim dolmuşuna bindik. İnip -dayanılmaz çirkinlikte olduğuna hemfikir olduğumuz - meydana kadar yürüdük ve ben sorulması gereken soruyu sordum: ee ne yapiyoruz ?
-Kuzen, şimdi hep beraber gizemli bir eve gidiyoruz.
-???
-Eve girince kapı üstümüze kilitlenecek , biz de bir saat içinde dışarı çıkmaya çalışacağız.
-?!?!
O kadar boş bakıyordum ki, "oyun , bu oyun" dedi ötekisi. "Kilitli odalar veya evden kaçış oyunu diye arat internette görürsün."
"Vay anasını " dedim. Aramızdaki sekiz yaştan kaynaklanan saygıya dayanarak bana teyze demediler. Kendi aralarında güldüler ben de görmemezlikten geldim.

Efendim, Taksim Talimhane taraflarında kafenin büfenin olmadığı, çevredeki oto tamirci ve yedek parçacılarının dükkanlarını kapatıp evlerine çoktan vardığı bir saatte gizemli binaya giriş yaptık. Kuzenlerim merdivenleri çıkarken bana Testere ve Küp filmlerini hatırlatıp eğlencenin startını verdi. Eve girdik, bir dış ses bize hoşgeldiniz paltoları askıya asın dedi. Peki.
Süre başladı. Karşımıza kapıları kilitli üç oda çıktı. Odaların anahtarları kilitli kutuların içindeydi. O kutuların kilitleri ise şifreliydi. Şifreler etrafımızdaki objelerde, dolaplarda, sandıklarda , kutularda, tablolarda, akvaryumun içinde, bir kitabın arasında olabilirdi. Olmaya da bilirdi. Kapılarını açıp girmeyi başardığımız odalarda daha da karışık şifreleri çözebilmek için  domino taşlarından, haritalardan, enlem ve boylamlardan faydalandık. Masa lambasını yaktık, duvara bir takım sayılar yansıdı. Onları çarptık çırptık, gittik bir kilidi daha açtık. Kitaplıktaki gizli düğmeyi bulduk, kitaplık aynı filmlerdeki gibi yana kaydı ve gizli odayı ortaya çıkardık.
Tabi, bu bir ekip işi ve biz Türkiye'nin en iyi okullarından mezun, içinde ne doktorların ne mühendislerin bulunduğu bir takımdık. Dış sesin yerinde ve zamanında müdahalelerine rağmen ( akvaryuma elimizi sokmuyoruz)  bir saat yeterli gelmedi ve gizemli bir evden kilitli odalardan çıkmak konusunda  birbirimize güvenmeyeceğimizi anlamış olduk. 

Millet dörderli beşerli takımlarını kurup kurup bu oyunu oynuyormuş. Taksim ve Kadıköy'de bunun gibi gizemli evler kilitli odalar varmış. Değişik zorluk dereceleri, enteresan senaryolar... Fırsat  sitelerinde indirimli oyun seansları satılıyormuş. Bana teyze desinler bence, zira bunların hiçbirinden haberim yoktu  kuzum. 

Kaynaşmaya, sosyal aktiviteye önem veren, dahası böyle işlere bütçe ayıran firmalar çalışanlarını bu oyunlara gönderiyormuş. Patronlar elemanların problem  çözme, takım halinde çalışma, yaratıcı düşünme, ayrıntılara dikkat etme, zaman yönetimi, baskı altında karar alma, pratik zeka kullanımı ya da çabuk pes etme gibi  özelliklerini gözlemliyormuş. 
Şirket pikniğinde çuval yarışı ve halat çekmeden nerelere gelindi. Bravo.

İster şirket aktivitesi olarak, ister arkadaşlarla eğlencesine gidilsin, çok farklı bir deneyim olduğunu net söyleyebilirim. Kendinizi ve takımınızdakileri tanıyorsunuz. Örneğin, meğer benim kuzen ,odadaki dekoratif amaçlı antika telefonla dış sesi aramayı düşünecek kadar naifmiş. Meğer öteki kuzen, gözlüklerini evde unutmuş olsa da , tam bir zehir hafiyeymiş. Ben ,sandığım kadar hızlı değilmişim ve "başımıza bir iş gelmesin" diye pinpiriklenecek olgunluğa ve sıkıcılığa gelmişim. 

Gizemli kilitli odalarda 60 dakika içinde yaptığım keşiflerin bazıları bunlardı. Siz de evde telefonun şarj aletini ararken ,ağzınızla  karayip korsanları filminin müziğini yapıyorsunuz, hah işte siz de bu kadar maceraperestseniz , bu deneyimi kaçırmayın derim :)

22 Ocak 2015 Perşembe

Aylak Kızın Günlüğü / Burhan Doğançay Müzesi


Garip bir şekilde inşaat seyretmeyi, ya da büyük çaplı bir ustalık, tamirat  izlemeyi seviyoruz sanki. Yani ben bile üniversite mezunu İstanbullu bir “bayan” olmama rağmen, eski işyerimin karşısındaki eski evin yıkılışını, yenisinin temelinin atılışını ve katların yükselişini zevk ve merakla izlemiştim. O koca koca iş makinalarının kıvrak hareketlerini, bir de adamların kendi aralarındaki lanlı lunlu muhabbetlerini hatırladıkça gülüyorum.

Özellikle şimdi yanından geçtiğimiz, günlük hayatımızın ve kişisel tarihimizin bir parçası olmuş yapıların , ortaya çıkma  aşamalarını anlatan yazılar, resimler, hikayeler ilgimi çekiyor. Küçükken bana oyuncak kamyon almamışlar da ondan mı böyleyim acaba?

Bir ara kafayı birinci köprüye takmıştım. Resmi adıyla Boğaziçi Köprüsü. Nasıl birleştirmişler, önce ayakları mı yapmışlar? Sırf bununla ilgili bir sergi yapsalar ben gideceğim günü bayram ilan ederim.

Seviyorum böyle entel kuntel işleri ne yapayım. Mesela en yakın zamanda ziyaret etmeyi hedeflediğim  bir  müze var : Burhan Doğançay Müzesi

Burhan Doğançay Müzesi  10 yıldır Beyoğlu’nda. Hiç ummadığınız bir sokakta , içinde bir hazine saklıyor. Bu müzede Haziran 2015’e kadar bir sergi var. Serginin adı :Picture The World

Burhan Doğançay’ın dünyanın dört bir yanında çektiği fotoğraflardan oluşan bir sergiden bahsediyoruz.Doğançay aslında dünyaca ünlü bir ressam.70'li yıllarda fotoğrafçılığa başlamış ve duvarları toplumun aynası olarak gördüğü için dünya çapındaki bütün şehir duvarlarını çekmeye girişmiş. 114 ülkede çekim yapmış.
 

Benim sergiyi görme konusundaki heyecanımı arttıran kareler ise 1986 yılında New York’ta çektiği çok özel resimler. 1986’da yapılan  ilk büyük bakımı sırasında Brooklyn Köprüsü’nü görüntüleme izni verilen tek sanatçı Burhan Doğançay’mış. İşte orda, New York’un “gökyüzü kovboyları” olarak bilinen “ironworker”ları  ile yakaladığı  dudak uçuklatan  kareler  de  serginin önemli parçaları . Doğançay’ın onarım sırasında çektiği  Brooklyn Köprüsü’nün 19 adet büyük boy fotoğrafı  JFK Uluslararası Havaalanı’nda iki yıla yakın bir süre sergilenmiş. 
Sergi çıkışında , kafamda uçuşan resimlerle kendimi şehrin sokaklarına vuracağım. Kentsel dönüşüm ayağına tamamı şantiyeye dönüşen canım İstanbul'da ,elimdeki cep telefonu ile küçük çaplı harikalar yaratmayı planlıyorum :) 

Doğançay Müzesi Balo Sokak 42 , Taksim, Beyoğlu
Çalışma Saatleri: Pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 arasında açık.
Giriş ücretsiz.
 

 


19 Ocak 2015 Pazartesi

Aylak Kızın Günlüğü / Çok çektik, çok...


Bir Psikiyatristin Gizli Defteri  benim gibi psikolojiye meraklıysanız heyecan ve merakla okuyacağınız bir kitap. Çok uzun zamandır en çok satanlar listesinde yer alıyor. Aklın insanı götürdüğü uç noktalar, zihinsel sorunların ardında yatan sırların çözümü o kadar ilginç ki.
 

Kendi elinden kurtulmaya çalışan, onu vücudunun bir parçası olarak görmeyen bir adam vardı mesela. “ Vücut bütünlüğüne ilişkin kimlik  bozukluğu” teşhisi kondu. İlaç ve terapi ile hastanın eliyle daha az saplantılı bir duruma gelmesini sağladılar.

Histerik gebelikten bahseden bölüm de çok acaipti. Histerik gebelikte gerçek gebeliğin tüm belirtileri ortaya çıkabiliyormuş. Mide bulantısı, kilo alımı, hatta karında bebeğin hareket ettiği hissi ve hatta büyüyen bir karın. Çocuk sahibi olmayan kimi kadınlar biyolojik başarısızlık duygusu yaşıyor ve iş sonunda yalancı gebeliğe varabiliyormuş. Sekizinci aya kadar hamileliğine inanmayı sürdüren vakalar var.

Son olarak da, sosyopatlardan bahsedilen bölüm çok etkileyiciydi.Sosyopatlara anti sosyal kişilik deniyor. Şahsi kazançları uğruna yaşam boyu aldatmaca sergileyebiliyorlar. Pişmanlık ve empati nedir bilmiyorlar. Aklınıza hemen hırsızları, katilleri getirmeyin. Zeki sosyopatlar büyük şirketlerin , miluon dolarlık saadet zincirlerinin başına geçebiliyor.Yangın çıkaran, hayvanlara işkence edenler de sosyopat. Hastalığın nedeni bilinmiyor ve derecesi ileriyse tedavisi yok.

Üniversiteyi  yeniden okuyabilsem psikoloji veya fotoğrafçılık eğitimi almak isterdim. Mutluluğun fotoğrafını çekebilir miyim? Bakanları duygulandıran fotoğraf çekebilmek için psikoloji bilmek şart mıdır? Her fotoğrafa girmeye çalışan özünde iyi bir insan mıdır? Sevgi ve ilgi arsızlığı mı cep telefonlarının hafıza kartlarını dolduran?

Neredeyse bütün fotoğrafçılık kulüpleri veya kursları Tarlabaşı’nda çekim yapmıştır heralde.Kirli suratlı afacanlar, yorgun suratlı evler, fakir ve zayıf yaşlılar, komşu pencereler arasında gerili iplerde sallanan, kurumayı beklerken sokakları seyreden çamaşırlar... Mahallenin yerlisine fenalık gelmiş olacak ki, bir evin duvarına kocaman harflerle yazmışlar : “Yeter ulan, amma çektiniz” Fakat sevdiklerini  ayrı tutmayı da unutmamışlar. Parantez içinde ( Ali abiler hariç)  diye eklemişler.

Hayatın her anını, iyi-kötü, özel-tüzel ayırt etmeden fotoğraf karelerine depolama arzusu  yukarda bahsettiğim kitaba konu olmayı hak ediyor bence.İnsanların kendi fotoğrafını bu kadar çok çekmesi, bunun bırakılamayan bir kötü alışkanlık haline gelmesi  nedir, nedendir?

Ey psikoloji, bunu da açıkla! Ama dur, şarjım bitmeden son bir “selfie” çekeyim.
 

13 Ocak 2015 Salı

Aylak Kızın Günlüğü / Aşık Kurbağalar


Sabahın altı buçuğunda üç yaşındaki yeğen tarafından uyandırılıp "hadi oynayalım" diye bir davetle karşılaşmak çok eğlenceli. Esas zorlayıcı olan Pepe'yi burnuma dayayıp "halacım sen bunu konuştur" demesi.
Konuş ulan Pepe! Sabah sabah nedir senin olayın. Neyin peşindesin oğlum sen? İki şarkı dans biliyorsun diye bize mi bu havan?
Aslında Pepe'yi konuşturmak  seslendirme  kariyerimde büyük bir sıçrayış benim için zira, bundan önceki  oyuncak  no name bir kurbağaydı. Yeğenimin elinde yaşadığı mantık dışı maceralarla hayattan bezdi zavallı. 
Bu kurbağalarla ilgili bir hikaye var, biliyorsunuzdur büyük ihtimal. Su dolu bir kovaya koymuşlar da suyu yavaş yavaş ısıtmışlar da kurbağa “noluyor yaw, yanıyoruz, ölecem buralarda”  şeklinde bir uyanış yaşamadan mevta olmuş.  Bu anekdot, genellikle insanların yavaşça gerçekleşen değişikliklere nasıl tepkisiz kaldığını göstermek için  kullanılır.Su yavaşça ısındıkça, kurbağa rahat bir uyuşukluk haline geçer, tıpkı sıcak bir banyo yapan biri gibi , yüzünde bir gülümsemeyle bu dünyaya veda eder.
Arthur Aron isimli bir psikolog bundan yaklaşık 20 yıl önce kurbağaların düştüğü bu durumdan ilham alarak (atıyorum, yok öyle bir şey)  bir deney yapmış. Laboratuarında tamamen yabancı bir adamla kadını birbirine aşık etmeyi başarmış. Deney şöyle: İki yabancı , mahremiyet dozu gittikçe artan 36 adet soruyu dürüst ve cesurca yanıtlıyor ve sonra da hiç konuşmadan ve yan çizmeden 4 dakika boyunca birbirlerinin gözlerinin içine bakıyor. Haydi geçmiş olsun!




Taraflar birbirleriyle kırılganlıklarını, zaaflarını paylaştıkta yakınlaşıyorlar. Samimi bir ilişki  ancak insanlar kendilerini karşısındakine açarsa ve zaman içinde bunu artan ve derinleşen bir şekilde yaparsa kuruluyor.
Arthur Aron'un 36 sorusunun hepsini burda yazmak zor. Türkçe'ye çevrilmemiş sanırım. Google'da "Arthur Aron 36 questions" diye aradığınızda İngilizce'sini bulabilirsiniz. 

Çok acayip , aynı kurbağalar gibi ılık ılık başlıyorsunuz. Su gittikçe ısınıyor ve siz kaynaşıyorsunuz.İlk sorulardan örnek vereyim: 
1) dünyadaki herkesi seçebiliyor olsan akşam yemeğine kimi davet etmek isterdin?
2) ünlü olmak ister miydin? 
3) telefon konuşması yapmadan önce prova yapar mısın? Neden?
4) "mükemmel bir gün" ü tarif eder misin?
5) en son ne zaman kendi kendine şarkı söyledin?birine şarkı söyledin?
.
.
.
10) yetiştiriliş tarzında neyi değiştirmek isterdin?
12) yarın sabah yeni bir özellik ve yetenekle uyanman mümkün olsa, ne isterdin?
14) uzun zamandır hayalini kurduğun ama yapmadığın bir şey var mı? Yapmama sebebin?
17) hatırlayabildiğin en değerli anın?

18) en korkunç anın?
.
.
23) ailenle ne kadar yakınsın? Mutlu bir çocukluk muydu seninki?
29) utanç verici bir anını paylaşır mısın?
30) birinin karşısında en son ne zaman ağladın? Kendi kendine en son ne zaman ağladın?
32) sence hakkında şaka yapılamayacak konular veya değerler neler?

Soruları cevapladıkça soğan kabuğu gibi kendini kat kat soyuyorsun. Karşındaki yabancı ile normal şartlarda bir kaç haftada ulaşacağın paylaşım derinliği ve mahremiyetine geliyorsun. 

Sorular sadece kendini açmakla ilgili değil. 
8) karşındakiyle ortak üç noktanız neler?
22) karşındakinin olumlu beş özelliğini söyler misin?
27) karşındakiyle yakın arkadaş olacaksan, sence senin hakkında bilmesi gereken önemli bir şey?
28) karşındakinde hoşuna giden yönler? dürüstçe cevapla ve normalde yeni tanıştığın birine söylemeye cesaret edemeyeceklerini de söyle!

Yakın zamanda üniversitede asistanlık yapan bir kadın ve sporda tanıştığı adam bu testi yapmışlar. Her ikisinin de karşısındakine aşık olmamak gibi bir inat ve önyargısı  yokmuş, yani aşık olma fikrine açık bir kafayla yapmışlar testi. Bu çok önemli bir detay, belki de en önemlisi. 
Soru- cevapların sonunda 4 dakikalık göz göze bakma anını kadın çok güzel anlatmış. İlk dakikalarda nefesi düzensizleşmiş ve her ikisi de gergin ( hatta sinirli) bir şekilde gülümsemiş. Ama sonra sakinlemişler. Sanırım bu bahsettikleri kaynama noktası ( 100 C)
Kadın diyor ki ; " birini gerçekten görmek değil, beni gerçekten gören birinin gözlerinin içine bakmak çok farklı bir deneyimdi. Hatta ilk başlarda korkutucuydu ama sonra hiç tahmin etmediğim bir yere ulaştım:Cesaret ve merak.Dört dakikanın sonunda hem rahatladım , hem de bittiği için üzüldüm. "

Güven, samimiyet ve mahremiyet aşkın yeşermesini kolaylaştırıyor. 

Testi yapan kadın ve adam birbirine aşık olmuş mu? Deli gibi merak ediyorsunuz değil mi? Cevap:Evet. 

Kadının bununla ilgili söylediği cümle İngilizce'de o kadar güzel ki, çevirmek istemedim: "Love didn't happen to us. We're in love because we each made the choise to be."

14 Şubat sevgililer gününe az bir zaman kaldı. Öptüğünüz kurbağalardan birinin prense dönüşmesi dileğiyle ;)

9 Ocak 2015 Cuma

Aylak Kızın Günlüğü / Arkeoloji Müzesi'nde Osman Hamdi Bey ve Hugh Jackman'la Flat White İçmek


Merhaba gezente arkadaşım!Seninle bir gün "Osman Hamdi Bey Günü"  yapalim mı ?  Ben aklımdaki programı sana şimdiden anlatayım, karlar buzlar eridiğinde ilk fırsatta at kendini yollara...

Ilk duragimiz Arkeoloji Muzesi. Benim gibi bir aylaksan Muzekart'in vardir. Yoksa da edinmelisin hemen. Haa bu arada muze pazartesileri kapali, aklinda bulunsun.
Mısır mezar buluntularını, İskender Lahdi'ni, Antik Çağ heykellerini  ve bunlar gibi yüzlerce eseri görebileceğin, ağzın açık vaziyette dolaşacağın bir müzedir burası.Benim  bu mekana duyduğum özel ilginin büyük bir kısmı müzenin kurucularından Osman Hamdi Bey'den dolayıdır. Hani şu meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunun ressamı. Kendisi müthiş bir adam ve günümüzde yaşasaydı rahmetliye kesin aşık olurdum diyeyim ben sana. Arkeoloji Müzesi'ne gittiğinde o lahidlerin oraya nasıl getirildiğinin hikayesini mutlaka oku. Bana hak vereceksin.
Sen de ileride benim gibi sık sık buraya gelirsen , kacinilmaz soruyla muhatap olacaksindir bir gun."Bir insan defalarca Arkeoloji Muzesi'ne neden gider?" O insanlara   gidip o bahcede bir kerecik  oturmalarini  tavsiye et lutfen.  Hava nasil olursa olsun o bahcede biraz vakit gecirsinler.Müze binasına sığmayan tarihi kalıntıların sonsuz sessizliginde  rahatlasinlar. O muhteşem binanın karşısında ,o binlerce yıllık taşların arasında dinlenirken insan ne kadar küçük ve önemsiz olduğunun da   farkına varıyor bir yandan.



Muzeden ciktiktan sonra  ister tramvayla ister tabanvayla Sirkeci duragina ulas. Dedik ya, bugun Osman Hamdi Bey gunu. Seni ozel bir kafeye goturecegim.
Brew Coffeeworks'e 6 ay onceki ilk gidisimde  bende yarattigi   intibah suydu: Burasi bir gelislik yer degil . Eglenecek degil  evlenecek kiz hesabi :)  Ayaklarim daha cok getirir beni buraya. Sebep...Yüksek tavan, bordo kadife perde , turkuaz bir duvar, içeri bolca dolan gün ışığı, güzel ve yüksekliği dozunda bir müzik. Ve benim için burayı çok ama çok özel kılan karşımdaki duvarda zaman ötesi aşkım , arkeolog, müzeci, ressam Osman Hamdi Bey!
Toparlamak gerekirse: Bu bölgede, kilim deseni olmayan, gözünüzü yormadan çay kahve içebileceğiniz huzurlu bir kafe.
Ottoman Legacy gibi  haşmetiyle insanı kucaklayan bir yapının altında yeralıyor Brew Coffeeworks. Ne iyi etmişler ki, tarihi bir bina, yüksek tavan gazına gelip  orada yine, yeni, yeniden bir "Bilmemnepaşa Konağı" ambiansı yaratmaya kalkışmamışlar. 

Burada icmeni tavsiye edecegim ozel kahvenin adi: Flat White
Allah biliyor ya hayatimda ilk Flat White'i  Londra'ya yaptigim  seyahat sirasinda ictim. Bagimlisi oldugum bu kahve tipi Avustralya'da 80li yillarda ortaya cikmis. (Avustralya'yla ilgili bir sey soyleyecegim yazinin sonunda.) Latte'ye benzetenler de var ama Flat White'ta kahvenin sute orani cok daha yuksek. Double shot espressonun ustunu yumusacik kadife gibi buharla kopurtulmus az miktarda sutun incecik kapladigini dusunun. Hah iste FW boyle bir sey. Yani ictiginizde damaginizda ve dimaginizda kahve hatirasi kaliyor, sut degil. 



Ben Istanbul'da bir kaç yerde bulabildim Flat White. Iste burasi onladan biri ve patronun Avustralyali arkadasindan ogrenmisler nasil yapildigini.


Hah! Avustralya diyordum...
2015 yılı “Avustralya’da Türkiye Yılı” ve “Türkiye’de Avustralya Yılı” olarak ilan edilmis. Belki de bu daha cok Flat White demektir. Ha ha ha! Saka bir yana, bu kapsamda Sishane'de bir restaurant projesi  var, merak ve heyecanla bekledigim : Avustralyali  tasarımcı Joost’un geri dönüşümlü malzemelerle inşa edip kendi bahçesinden topladığı ürünleri pişirdiği sürdürülebilir restoran projesi Greenhouse, Sydney ve Melbourne’den sonra Kasım 2015’te Şişhane Park’ta  olacakmis. Belki daha sonra Russell Crowe ile Cem Yilmaz  birbirlerine yatiya giderler, kaynasma procesi olaraktan ben sahsen Hugh Jackman'i agirlayabilirim :)


Arkeoloji Muzesi giris ucreti 15 TL ama ben 40 TL'ye Muzekart cikarmandan yanayim. Brew Coffeeworks'te kahveler 7/ 10 TL arasi.

Kendine iyi bak, hasta olma. Daha gezecek cok yer var!

6 Ocak 2015 Salı

Aylak Kızın Günlüğü / Yıldız Parkı'nda Gözlüklü Bir Heidi


Selam,

!f  İstanbul Film  Festivali  12-22 Şubat tarihleri arasında gerçekleşecekmiş. Festival programı 23 Ocak'ta belli olacak ve 30 Ocak'ta bilet satmaya başlayacaklarmış. Bu çok gizli bilgilere  !f'in Facebook sayfasından sizin için  ulaştım :)

Şimdiden beni heyecanlandıran  iki film duyumu aldım. İlki bir Tim Burton filmi. "Big Blue Eyes" . Hanımının yaptığı koca gözlü ,küçük kız tablolarını ben yaptım diye lanse edip satan ve çok para kazanan bir üç kağıtçı adamla doğal olarak arıza çıkaran ressam karısını anlatan bir hikaye. Valla tablolar da şirin mi sinir bozucu mu tam bilemedim. Sınırdalar. Amy Adams, Walter Keane, Christoph Waltz oynuyor. Kimdi bunlar diyenler Google'lasın. Yaa... Onlar işte. Boşa konuşmuyoruz heralde :)

" Allahım inşallah bilet bulurum" dediğim ikinci film bir animasyon filmi " The Tale Princess of Kaguya"  Bir çok eleştirmen gerçek bir sanat eseri olduğunu düşünüyor. Sırf elle çizilmiş ve sulu boyayla renklendirilmiş. Bir adamla kadın  ormanda bir bebek buluyor ve onu bakıp büyütmeye karar veriyor ama meğer bebek sihirliymiş ... Filmin yönetmeni birçoğumuzun beynine kazınmış meşhur animasyon "Heidi"yi yapan adammış. Bir filmin Heidi ile bağlantısı varsa  koşa koşa gidilmez mi o filme? 

Heidi demişken Alpler ve kar üzerinden konuyu İstanbul'daki kara getirsem hakkımda ne düşünürsünüz? O değil de, bu şehirde karda fotoğraf çekmek isteyen üşüsün ama üşenmesin ve Yıldız Parkı'na gitsin bence. Köprü, ağaçlar, demir parmaklıklar  müthiş fotojenik oluyor.Üzerinde gezilmemiş, kirlenmemiş pofuduk pofuduk karlarda yatmak yuvarlanmak gibisi de yok ayrıca. 

1985'teki efsane uzunluktaki kar tatilinde Yıldız Parkı'nda değil ama evimizin önünde yuvarlanmış, belimize kadar kar yığınlarının içinde saatlerce zıplamıştık. Gözlüklü çocuklar için bu tarz faaliyetler ekstra sorunludur. Zira anneniz sizi öyle bir sarıp sarmalayıp göndermiştir ki dışarı, ilk beş dakikanın sonunda kendi ağzınızdan çıkan buharla gözlükleriniz buğulanır. Ben de yoğun zıplama programımın olduğu bir gün, çareyi gözlükleri çıkarıp mantomun cebine koymakta bulmuştum. Ayak basılmadık bir avuç bile kar kalmadığından emin olunca evlere dağılmıştık. Evin kapısında ceplerimin de tıpkı bakışlarım gibi boş olduğunu farketmiştim. 
"Anne, ben gözlüklerimi cebime koymuştum oynarken. Düşürmüşüm" 
"Aferin" 
Annem elime bir oklava tutuşturup beni karlar ülkesine geri göndermişti. Camdan benim etrafı eşelediğimi gören arkadaşım Mesude de biraz sonra elinde oklavayla bana katılmıştı. 
Biz iki tipitoş o gün kara doymuş,  gözlüğü de sapasağlam bulmuştuk.

Yani , "elde yufka  mı açılıyor ayol, ne oklavası" demeyin. Evde bir tane bulundurun. Karda kışta ,kurda kuşa yem olmayın.

4 Ocak 2015 Pazar

Aylak Kızın Günlüğü / 2015 - Joan Miro ve Sadri Alışık

Hoşgeldin 2015! Senden sağlık, huzur, neşe gibi temel isteklerimin yanısıra cesaret, pozitif enerji, ilham, özgüven , özdisiplin ve kararlılık da rica ediyorum. Daha çok , daha düzenli, daha sık yazayım, daha çok okunsun ve daha çok beğenilsin. 

Aylak bir insan olarak girdiğim yeni yılda da gezmek, görmek, tatmak, deneyimlemek istiyorum. Bu sene için ilk planım Sakıp Sabancı Müzesi'nde Joan Miro sergisine gitmek. Sergi  taa Eylül'de geldi ve Ocak sonunda kalkacak. Miro'nun ailesinin özel koleksiyonundan bile eserler varmış. Sağda solda internette bazı resimlerini gördüm, siz de görmüşsünüzdür. Hatta belki birçoğunuz sergiyi de gezmiştir. İnsanda "ben de yaparım" veya "bizim çocuğun yaptığı şeylere benziyor" hissi veriyor. Bakalım yakından da öyle mi? Herhangi bir resim veya güzel sanat eğitimi almamış bir fani olarak Picasso'yu, Dali'yi ve Miro'yu anlamadan seviyorum. Üçünün de İspanya'dan çıkmış olması da oraların havasını suyunu merak ettiriyor insana. Haa bir de Gaudi var mesela. O da az çatlak değil. Bu adamların bizim gördüğümüzden daha başka bir dünya gördükleri kesin. Miro yaptığı resimlerin mümkün olduğunca mağara adamlarının çizimlerine yakın olması için çalışırmış. Resimler de - internet , gazete, dergilerde gördüklerim kadarıyla- hakikaten  hem çok tanımsız hem de geniş tanımlı. Yani resimdekinin güneş olduğunu farketmek hem  kolay hem zor. Yıllar önce Paris'te , uzun bir yürüyüş ve bir kadeh Fransız şarabının ardından gezdiğim Dali sergisinde kafam süper olmuştu. O kadar ki, nerdeyse heykellerden birinin üstüne çıkıyordum. Baş döndürücü bir deneyimdi diyelim. Bakalım Miro beni ne kadar etkileyecek?

Sergiye 14-21-28 Ocak tarihlerinden birinde gitmeyi planlıyorum, çünkü o günler Çarşamba ve Çarşambaları Sabancı Müzesi'ne giriş ücretsiz. Çalışıyoruz biz yahu, hafta içi gidemeyiz diyorsanız  20 TL vereceksiniz. Bu arkadaşlar şimdi bana daha çok kızacak, zira Çarşamba günleriyle  ilgili az bilinen bir konu daha var:
Müzenin sinemasında Kasım ayından bu yana "10 Film ile Yeşilçam'ın 100 Yılı" kapsamında filmler gösteriliyor. Programa internet sitesinden ulaşabilirsiniz.
14 Ocak Çarşamba günü saat 17:00de "Son Kuşlar"
21 Ocak Çarşamba 17:00de "Ah Güzel İstanbul"
28 Ocak Çarşamba 17:00de "Vesilalı Yarim" filmleri gösterilecek. Ücretsiz.

Sanırım 21 Ocak Çarşamba günü ( Miro+ kahve molası +ah güzel İstanbul ) şeklinde bir program izleyeceğim. Nostaljik İstanbul fonu ve Sadri Alışık kasvetli kış günleri için doğru seçim olacaktır diye düşünüyorum.


İstanbul tam da aylaklık yapılacak yer ha!