14 Nisan 2022 Perşembe

Muz

 

MUZ

Kahvaltıdan sonra tıraşını oldu. Dolaptaki ütülü beyaz gömleklerden birini askıdan çekti. İşten ayrılalı bir buçuk yıl olmuştu ama takım elbiseleri de gömlekleri de hala üzerine cuk oturuyordu. Laptop çantasını masanın üzerine aldı. Bordo deri kapaklı defterini, kitabını, gözlüğünü, kalemlerini çantaya yerleştirdi. İki de dergi koydu. Rengi yeşilden sarıya yeni yeni dönen bir muz da   diğerlerinin yanında yerini aldı. Kapattı çantayı. İçinde laptop olmadığını kim bilebilirdi ki. Aynada kendine son bir kez baktı. Saçını düzeltti. İşe giden sabah kalabalığına karışmak üzere evden çıktı. Otobüs duraklarının önünden geçti. Banka şubeleri ve simitçiler hareketlenmeye başlamıştı. Mobilya mağazası ışıklarını açmış, kuruyemişçi cips standını kapının önüne çıkarmış, okul servislerini bekleyen irili ufaklı çocuklar caddenin iki yanına gelişi güzel serpilmişti. Yürüdü, yürüdü. Kırk beş dakikanın sonunda az bilinen bir müzenin daha da az bilinen bahçesindeydi. Bahçenin bir köşesindeki kafeteryada oturmaktansa süs havuzuna bakan banklardan birine geçti. Çantasından kitabını çıkardı. Birkaç sayfa okudu. Havuzdaki kuğuların, duvarın dibindeki güllerin, henüz çiçeklenmemiş heybetli manolya ağacının üzerinde ağır ağır gezindi bakışları. İyice üşüyünce kalktı. Kafeteryaya girip küçük mermer masalardan birine oturdu, kendine bir çay söyledi. Bordo deri kapaklı defterini ve en sevdiği dolma kalemlerinden birini çıkardı. “Bugün size Dark Finans’dan ayrılışımı anlatacağım.” diye yazacak oldu. Yok yok dedi kendi kendine. “Bugün sizinle şu soruya yanıt arayacağız; para mı insanı bozar parasızlık mı”. Hayır hayır diye sessizce inledi. Alnını ovuşturdu. Bir çay daha istedi. “Daha başka daha şaşırtıcı  olmalı yazdıklarım. Kalbimi üzerinde tüten dumanıyla görmeliler satırlarda. Mantosunun kuşağının düşmek üzere olduğunu fark edip uyarmak istediğim kızı yazayım mesela. O kadar güzeldi ki o güzellik beni rahatsız etmiş adeta  ürkütmüştü. Konuşmaya başlayınca kekelerim veyahut sesim titrer korkusuyla vazgeçmiştim herşeyden. Bana neydi onun düşen kuşağından. Bu kadar güzel olacağına azıcık üstünü başını toplasaydı. Ben onu tüm iyi niyetimle uyarırken azıcık dilim sürçer gibi olsa, bütün gün eşine dostuna  bu hadiseyi gülerek anlatırdı.” İkinci çay da bitmiş kafeterya kalabalıklaşmıştı. İçtiklerinin parasını verdi. Çantasını hızlıca toplayıp sahilin yolunu tuttu. Piyanocuların, çiçekçilerin, kahvecilerin ve pilates stüdyolarının olduğu caddeyi boydan boya yürüdü. İskeleye uzaktan bakan banklardan birine oturdu. Çantasından muzu çıkardı. “İki çaya otuz lira veren eski finansçı öğle yemeğini evden getirdiği muzla geçiştirdi.” diye geçirdi içinden. Yazarların günlük alışkanlıklarını anlatan kitaplar okumuştu. Uyanır uyanmaz kahve içenler, her gün duş alanlar, yatakta yazanlar, yazmak için otele gidenler, gündüz işe gidip gece yazanlar… Hayatında hiç geçim derdi çekmemiş olanlar da vardı, onca zenginliğin içinde kendine ait bir odası olamayanlar da. “Belki” dedi. “Çok zengin olsaydım ya da çok yakışıklı. O kadına seslenirdim. Mantonuzun kuşağı düşmek üzere hanım efendi diye oturduğum yerden istifimi bozmadan. Kaybederseniz üzüleceğinizi tahmin ettim ve içim elvermedi. Bu gözlere bu dudaklara bu saçlara bu ellere mutsuzluk yakışmaz.

Muzunu bitirdi. Kabuğunu atmak için ayağa kalktığında ilk hareket edecek vapura binmeyi geçirdi aklından. Böyle çılgın fikirler adamdan pek yüz bulamazdı genelde. Ya ayakkabısının sıktığını ya başının ağrıdığını bahane ederdi hep. “Bu sefer hesapsız davranayım” dedi. “Belki suyun üstünde gelir bulur beni aradığım o zihin açıklığı”. Az sonra vapurda cam kenarında elinde bir şiir dergisiyle oturuyor birkaç dakika önce oturduğu banka bakarken içi sızlıyordu. “Hiç kalkmasaydım keşke” dedi. “Ayakkabılarım sıkıyor” diye mırıldandı. Şiirlere döndü. Şiirler hap gibiydi. Küçücük ama çok etkili. Toplasan sekiz on kelime. “Aynısını ben yazsam gülerlerdi kesin” diye kafa salladı belli belirsiz. Vapurun kirli camından gri yeşil sulara, uzaktan geçen balıkçı teknesine baktı. “Belki de” dedi. “ Çok yaşlı olsaydım ya da çok ünlü, o zaman yazardım bunlar gibi şiirler. Mantosunun kuşağını düşürmek üzere olan o güzel kız da gözleri dolarak okur, okurken göğsü inip kalkar, dudakları titrerdi.”

Vapur, yolcularını indirdi ve beklemeden karşı taraftan binenleri adamın muz yediği kıyıya getirdi. Şiir dergisini çantasına geri koydu. İnsanlar inmek için hareketlenmeye başlarken dizine koyduğu deftere günün ilk cümlesini yazdı: Bugün de bir şey yazamadım. Çünkü ne zengin, ne yakışıklı, ne yaşlı, ne de ünlüyüm.



11 Nisan 2022 Pazartesi

Fatoş ve Selahattin

 

Kovid oldum. Ne çok ağır ne de çok hafif geçirdim diyebilirim. Instagram’da yeşil oje, latte, başparmakta yüzük, beyzbol şapkası, tayt üstü çorap, kıvrılıp halka şeklinde uyumuş kedi paylaşan çok takipçili kızlardan görmüştüm. Onlar kovid olduklarında evdeki izolasyon süresinde filmler, sezon sezon diziler izlemiş, kitaplar okumuş hatta kitap yazmaya başlamıştı. Bana öyle olmadı. Evet hastalıktan ölüp geberecek noktaya gelmedim ama bir şey okuyacak veya yazacak kadar iyi değildim. Kafam dağınıktı toplayamadım maalesef. Yani yedi günlük inzivadan da yine bir edebi esersiz çıkıyorum sevgili okuyucu. Annem ve babamla birlikte yaşadığım için günümün çok büyük bir kısmını odamda mal mal oturarak geçirdim. Ben onlara hastalık bulaştırmayayım diye kafayı yerken ebeveynimin iğne atsan yere düşmeyecek bir cumartesi günü  kendilerine uygun gördükleri destinasyonlar ise dudak uçuklattı. Babam cenazeye, annem pazara gitti.

 Instagram’da Londra sokaklarını hallaç pamuğuna çevirdim. Çocuk kitabı illüstrasyonlarıyla ilgili o kadar çok şeye baktım ki odamın duvarlarında pantolonlu filler dolaşmaya başladı. Gözlerim ve boynum iflas etmeden telefonu bıraktım.  Uzun uzun pencereden dışarıya baktım. İzleyecek epey mevzu vardı çok şükür. Otelle burun buruna olduğumuz için oradan çok ümitliydim  ama size şu kadarını söyleyeyim; turizmde işler sanıldığı kadar iyi olmayabilir arkadaşlar. Bunu dört gündür boş olan otel odasının kapalı ve tozlu panjurlarına bakarak söylüyorum. Koronamın başında iki gün boyunca odada Araplar vardı, su şişelerini ve ayakkabılarını camın dışına koyan. Hiç de eğlenceli değillerdi ve gittiler. Geçen yaz mesela on gün kadar kalan bir Amerikalı kadın vardı. Kara kuru ve sanırım dertliydi. Sigara ve kahveyle hayatta kalıyor gibiydi. On gün boyunca açık penceresinin önündeki sandalyede oturup  incecik bacaklarını güneşe uzatarak aynı kalın kitaba bakmıştı. Okumuş muydu, bilemem. Geceleri telefonda biriyle ağlayarak kavga eder, “annemden nefret ediyorum, umarım ölür” diye bağırırdı. Onun gibisi bir daha gelmedi.

Neyse , korona izolasyonum sırasında Bosfora Otel beni oyalayacak bir seyir zevki yaşatmadı kısacası. Allahtan martılar vardı. Bir yazı yazayım ve içinde martı geçmesin, mümkün olmayacak galiba. Şöyle yazmışım ilk gün: Karşı çapraz apartmanın çatısında bir martı hep aynı yerde duruyor. Ya öldü ya yumurtladı. Sonra eklemişim. Martı yaşıyor, arada oturuş yönünü değiştiriyor. Nadiren totoyu kaldırıp  bacaklarıyla açma germe hareketi gibi bir şeyler yapıyor. Saatlerce Çamlıca Kulesi  seyretmekten sıkılırsa , dönüyor arkasını kafayı kanatların arasına gömüp uyukluyor.  Anlaşılan o ki yakında ailenin yeni üyeleri yolda. En tizinden viii viiii sesleri bizi bekler. Hayırlısı. Öyle derler ya, hayırlısıyla dünyaya gelsin de gerisi önemli değil. Bunlar dünyaya gelmişler de kabuklarını kırmamışlar henüz. Aaaa aynı ben! Kendimi kabuğu çatlamamış martı yumurtasına benzetmediğim kalmıştı bir tek, o da bugünlere kısmetmiş. Koronada insan hakikaten içe dönüyor kendiyle yüzleşiyor bla bla bla. Örneğin ben korona izolasyonum sırasında bir gece kendimi kalorifer böceğine benzetmişim. Kafka mısın mübarek! Kalorifer böceği olayı şöyle dökülmüş satırlara: Sabahın dördü. Annemler sahura kalktı. Kulağım mutfakta. Sinsi ve şaşkın bir kalorifer böceği gibi pusudayım. El ayak çekilince mutfak bana kalacak. Sıramı sabırla bekliyorum. Etraf sessizleşince fıtı fıtı süzülüyorum mekana. Çay hala sıcak.

Aklım bütün gün bütün gece yavrularının tepesinden inmeyen cefakar  martıdaydı. Adını Fatoş koydum. Bu Fatoş günlerdir her türlü meteorolojik koşulda aç bilaç ne yapıyor nasıl dayanıyor diye kafaya taktım. Anasının evinden getirmedi heralde bu yumurtaları, babası nerde bu sabilerin, öyle gagayı havaya dikip bağırmakla olmuyor bu işler filan diye Fatoş’un hayırsız kocasına söylendim. Kuzenime anlattım. Dedi ki, “ya hep aynı martının oturduğunu nereden biliyorsun?” Ohaaa ben bunu nasıl düşünemedim. Korona beyin yakıyor arkadaşlar net bilgi. Hakikaten de geçen sabah nöbet değişimine bu gözlerle şahit oldum. Bu kimin kocası buuu, bu Fatoş’un kocası. Selahattin is back in town. Hoş geldin Selahattin. Selahattin güzelce yerleşti yavruların üstüne. Bu arada Fatoş,  kanatları poposuna vura vura arkasına bile bakmadan uçtu gitti. Selo geldi oturdu ama Fatoş’un durağanlığı hemen geçmedi  ona. Kafası gözü oynuyor, tepesinden sağından solundan geçenlere, uçanlara, kaçanlara bakıyordu. Muhtemelen içinden şu geçiyordu Selahattin’in : Ulan bir gün evde oturalım dedik, herkesin gezeceği sosyalleşeceği tuttu.

Belki şöyle konuşmalar oldu bazılarıyla:

-Şşşt! Selahattin! Napiyosun olm, gelmiyo musun iskeleye?

-Yok abi siz gidin ben bugün evdeyim çocuklar bende.

 

-Faruk! Faruk! Bağırma lan benim , Selahattin. Napıyonuz oğlum nereye böyle, çok şıksın?

-Yok be abi, her zamanki halimiz. Balık Pazarı’na gidiyoruz. Gel sen de.

-Gelemem oğlum, evdeyim ben bugün. Vapurlara da takılcanız mı lan yoksa?

-Ayıpsın abi, bırakır mıyız? Huaa haaa haaaaa !!! Yengeyi görürsek selamını söyleriz! Huaah haaa aaa aaaa.

-Yavaş lan Faruk. Titredi valla çocuk, erken çatlama olacak  senin yüzünden.

 

-Sengül abla nereye böyle hayırdır?

- A a aaaa! Arka sokakta kadının biri küflenmiş ekmekleri yan apartmanın çatısına atıyor Selahattin. Çok sevdiğimden değil, güvercinleri korkutmaya gidiyorum. Hııaa hıaa hahaha hahaha !

-Sengül abla ama bu nasıl bir gülmektir yaa.

 

O gün gözüm  Selahattin’deydi. Hayat limon verse limonata yapardım belki ama elimde seyredecek bir denyo martıdan başka neyim vardı ki? Ayrıca yeri gelmişken, hayatın limon verdiği herkes aynı şekilde elinde limon sıkacağı vesaire ile hazırolda bekliyor mu olmak zorunda acaba? Üretken, yaratıcı olmadığım ve pozitif vayb yaymadığım anlar için hayattan ve limonlardan özür mü dilemeliyim? Martı Selahattin’e dönecek olursak, yemin ediyorum size, yazıya detay olsun diye uydurmuyorum. En az beş kere kalktı yerinden sonra da zor yerleştirdi totosunu kuyruğunu. Bir işi zorla yapanla gönülden yapan nasıl fark ediyor ben o gün orada gördüm. Düşünsenize , Fatoş’u ben ilk gün ölü sanmıştım ya. Öyle bir konsantrasyon. Öyle bir adanmışlık. Kımıldamıyordu zavallım. Kurtlu Selo  ise hiçbir şey yapmasa oturduğu yerden plastik borunun kenarıyla oynuyordu.

Kuştu böcekti derken geçirdim sayılı günleri. Bu pis hastalığı  pencere kenarında kuş gözlemleyerek geçirmemi nasip eden ilahi güce binlerce şükür. Çok kötülerini gördük duyduk yaşadık maalesef. Kayıplar verdik. Toprağın altına girdiği için vedalaştıklarımız oldu ,içimiz yandı. Dünya üzerinde olup da ayrı düştüklerimizin hasreti de az değil.

Keşke bitse her şey. Bütün dertler. Keşke bütün gün Fatoş’u, Selahattin’i, Selahattin’in her kavgaya karışan serseri arkadaşlarını, yavruların kime daha çok benzediğini filan konuşsak…