30 Kasım 2022 Çarşamba

Bakteri

 

Bakteri

Tepesinden kahkahalar atarak geçen martılara gözlerini kısarak baktı. Hava buz gibi soğuk, gökyüzü beyaza yakın bir grilikteydi. Vapurun açık kısmında burnu kızarmış, kulakları donmuş vaziyette oturuyor, yüzünü neredeyse hissetmiyordu. Sonunda indi. Beşiktaş’da karaya ayak basar basmaz rüzgarla, dalgayla, karabatak ve martılarla dağıttığı bütün meseleler kafasına yeniden üşüştü. “Bu termofilik bakteriler niye böyle yaptı ya, rezil ettiler beni elin Alman’ının karşısında."

Karısı Dilek, deneylerinde kullandığı bakterileri belediyenin lağım arıtım tesisinden temin ettiğini öğrendiğinde bütün gün surat asmış ve öğürmüştü. “Bok işte, bildiğin bok. Öf Tayfun, iğrençsin ya!” Instagramda  sevgi, şefkat ve farkındalık dolu içerikler paylaşan bu kadın beni ne zaman fark edecek acaba diye içinden geçirmiş dışından susmuştu her zamanki gibi Tayfun. “Kocan senin badem sütü, organik çilek ve airfryer taleplerini karşılamak için ne bok yiyeceğini şaşırdı” diyememişti.  Diyemedikleri Beşiktaş’dan Üsküdar’a yol olurdu ya hadi neyse.

Bakteriler Alman patronun karşısında ortamı otogar tuvaleti gibi kokutmanın ötesinde bir işe yaramamışlardı. Halbuki kendilerinden beklenen, fabrikanın siyaha çalan mor renkteki atık suyundan alınan numunenin rengini açmalarıydı. Yaşanan durum  yabancılar gelmeden önce adabı muaşeret anlatıp  saçlarını yana taradığınız çocuğun misafirin yanında burnunu karıştırıp halıya işemesi gibi bir şeydi. 

Boğazda tekne turuna müşteri toplamaya çalışan adamların arasından geçti. Birazdan kalkacak olan Üsküdar motoruna yetişmek için üzerine doğru dört nala koşanları çalımladı. Eve gidip Dilek’e muhtemelen yarın işten çıkarılacağını söylemek için hiç acelesi yoktu. Işıklardan karşıya geçip büfeden sigara aldıktan sonra balık pazarına yöneldi. Tezgahlara ustalıkla sıralanmış çeşit çeşit balıklara, karideslere bakarken telefonuna gelen mesajla irkildi . “Kovuldunuz. Bu yirmi litre lağım suyunu da evinize yolluyoruz” filan gibi bir şey görmekten korkuyordu. Neyse ki mesaj Dilek’tendi. “Akşama tok gel Tayfun, ben aralıklı oruç diyetine başladım, başım çok fena tuttu, yatıyorum." Arka sokaktaki küçük mekanlardan birinin masasına oturdu. Rakı istedi. Yanında peynir ve kavun. Yan masadaki kadın önüne gelen bol yağda kızarmış patatesleri ve kalamarları iştahla yemeğe başladı. Bir fotoğrafını bile çekmeden! Hashtag meştek yapmadan, bam bam bam! Tayfun çuprasının yanına roka domates söyledi. Kadın ikinci biranın yanına çerez. Dilek makyajını yapıp saçını topladıktan sonra mumlarını yaktı ve canlı yayın açtı. Tayfun “selam versem mi” diye geçirdi içinden. Kadın iskemlesine yasladığı kılıfından gitarını çıkardı. Parmaklarını gezdirdi tellerde. Başını kaldırıp kahküllerinin arasından parlayan gözleriyle selamladı Tayfun’u. “Sen geçerken sahilden sessizce, gemiler kalkar yüreğimden gizlice”yi söyledi. Sakin sakin. Hasta bir çocuğun ateşli alnını okşar gibi. Sonra gitarını kılıfına geri koydu ve hesabı istedi. Gelmesini beklerken elleri montunun cebinde seslendi. “Ben yarın Amerika’ya gidiyorum.” Başka bir şey demedi. Uzun bir sessizlikten sonra adam masasından bağırdı. “Beni de yarın işten çıkaracaklar”. Kadın çoktan gitmişti. Tayfun’u sadece küllükleri boşaltan garson çocuk duydu. “Ah be abi hayat çok boktan.”


26 Ekim 2022 Çarşamba

Liselim

 
Selam, ben Yusuf. Yolda yürürken omuz attığınızda özür dilemeye gerek duymadığınız, yüzüne bakmadığınız, dişleriyle, sivilceleriyle, yarım yamalak çıkan sakalıyla dalga geçtiğiniz liselilerden biri. Otobüste, metroda sırtındaki çantadan, ter kokusundan, kulaklığından yayılan müzikten, gülmesinden, konuşmasından, heyecanından, kontrol edemediği enerjisinden kısacası yaşının her türlü semptomundan şikayet ettiğiniz sevimsiz çocuk irisi. Liseli. 

Gerçi bazı dizilerde bizi, geniş omuzlarını ve adaleli vücudunu sımsıkı saran okul gömleği içinde koca koca adamların oynadığı da oluyor. Altlarındaki arabayla okula, oradan dolgun dudaklı atarlı giderli kız arkadaşıyla at binmeye gidiyorlar filan. Lisede böyle yaşayan otuzuna gelince neyle tatmin olur? Sıradan arabalar, sıradan atlar ve sıradan kızlar kesmez artık bu abiyi. Yalılı şirketli entrika dizilerinde devam eder macerası. 

Neyse, bana dönelim. Boktan bir hayatım var. Annem, ders çalışmak ve okula gitmek dışında yaptığım her şeyin vakit ve para israfı olduğunu düşünüyor. Beni kocası olmadan tek başına büyüttüğü için ona, diğer çocukların annelerine duyduğunun iki katı minnet duymalıymışım. Büyütememişsin ki zaten! Aha işte böyle kavruk, beden dersinde sıra sonu, medium  eşofman giyen biri olabilmişim. Bıraksaydın bir zenginin kapısına. Biraz protein, biraz yazlık güneşi, Alman dadı ihtimamı filan görseydim büyürdüm serpilirdim belki. 

Kızlar yüzüme bakmıyor. Kendileri sanki birer Kendall. Göğüs çatalı gösteren, yırtık kot şortla gezen her hatun da hemen havaya girmesin be.

Neyse ya çok da dert etmiyorum kızları. Ünlü bir yazar olunca, yazdıklarımın filmleri dizileri çekilmeye başlayınca hepsi diz çökecek önümde.

Banka soyacak veya kalpazanlık yapacak halim yok. Jigolo olamayacak kadar da tipsiz ve tutuk biriyim. Okuldaki edebiyat hocalarının dediği gibi, beni anca yazı kurtarır. Beni yazı kurtaracak ortalama ve sıradan olmaktan. Görülmeyen, tercih edilmeyen, boşlukta kapladığı yeri kimsenin umursamadığı biri olmaktan şu elimdeki kalem kurtaracak beni. Hocalar böyle demedi de, "ileride imza gününe geldiğimizde bizi sırada bekletme" diyerek yüreklendirdiler. Bana, içinde yürümekten bunaldığım bu uzun karanlık tünelin ucunda ışık kırıntıları olduğunu ima eden şeyler söylediler.

Liseler arası öykü yarışmasında iki sene üst üste birincilik aldım. Annem, bunu veli toplantısına geldiğinde öğrendi ve akşam ders çalışmak yerine "böyle şeylerle" uğraşmamın onu nasıl üzdüğüyle ilgili kısa ve  bayık bir söylev çekti. "Bu okulu ben mi bitiricem oğlum, sen bitireceksin. Aklını başına topla, azıcık da beni düşün." Finali klasik oldu.
Annemin beni en son ne zaman ne için tebrik veya takdir ettiğini hatırlamıyorum zaten. Merak edip de öykünün konusunu bile sormadı. İyi de oldu aslında. Bir kaç gün de onun için söylenirdi. Ekstra sıkıntı. 

Babamın ailesiyle görüşüyor olmamdan feci şekilde şüphelenen annemin peşime taktığı Dedektif Timur'un beceriksizleriyle alay ettiğim bir hikayeydi. Her gün bilardo oynamaya gittiğim İnziva Cafe'deki hava nasıl olursa olsun mont giyen ve saçının peruk olduğu çok belli olan o adamdan yola çıkarak uydurduğum bir karakterdi Dedektif Timur. 

İnziva Cafe, tostun içindeki kaşarın zar inceliğinde olduğu, çayın klor, ortamın rutubet, sigara ve patates kızartması koktuğu bir yerdi. O karışık kokuya gün geçtikçe alışmış, onun verdiği o "konfor alanı" hissini gittiğim her yerde arar olmuştum. 

Bugün bu satırları da size buradan, İnziva'dan, kendimi en güvende hissettiğim yerden yazıyorum. Tıpkı bütün öykülerimi yazdığım gibi. Burhan Amca (namı diğer Dedektif Timur) her zamanki masasında televizyon seyrediyor. Pasajın tuvaletçisi Topal İbrahim'in babası olduğunu ve karısı öldükten sonra evde yalnız kalamadığı için oğlunun onu her gün yanında getirip İnziva'ya oturttuğunu öğrenmeden önce yazmıştım Dedektif Timur'u. 

Burhan Amca hasta olmaktan çok korktuğu için soğuk sıcak demeden hep aynı mavi montu giyiyor. Peruğun olayını ise ne kendisine ne oğlu İbrahim'e sorabildim. Yeni yetme kıl kuyruk bir liseliyim eninde sonunda. Kim beni karşısına oturtur da adam gibi muhabbet eder? Olsun, sabırla o günü bekleyeceğim. O gün geldiğinde, ilgiyle ve benden ilgi dilenerek bakan gözlerle sorduğunda o gazeteci kız,  uzaklara bakarak cevap vereceğim. "Evet, ilk kitabımı çıkarmadan önce seneler süren bir inziva sürecinden geçtim..." 


21 Ekim 2022 Cuma

Sungurlu

 

Bazen hep aynı şeyleri yazıyormuşum gibime geliyor. Halbuki herkesin başına her gün gelmeyen bir şey anlatayım istiyorum size. Aklıma seneler önce Çorum Sungurlu’ya yaptığım kısacık seyahat geliyor. Sungurlu’da askerliğini yapmakta olan kuzeni kardeşimle ziyarete gitmiştik. Mevsim kıştı. Geceyi otobüste geçirip sabah karanlığında ayak bastığımız canım karasal iklim, İstanbul’un mis gibi ılık kışını bırakıp bir yemek, bir çay ve kafası tıraşlı bir adet kuzen için niye buralara geldiğimizi sorgulatmıştı bana. Çorum’la Sungurlu arası bir yerde bir karakoldaydı kuzen. Karanlığa, soğuğa, askeri kıyafetlerine rağmen anladık nöbetçinin o olduğunu. O gülüşü kim tanımaz? Kuzen İstanbul’dan kim gelse sevinecek modda olduğu için bizim gidişimize de epey duygulandı.

Neyse işte, bir iki saat bekledik paşanın çarşı izninin başlama saatini. Anadolu’da kış sabahı açık alanda birilerini kırk beş dakikadan fazla beklemek, başka bambaşka bir şey. Bekleyen de beklenen de bunu sorgulamalı bence. Bu kadar sevgiyi kaldırabilecek miyiz?

Kuzen de geldi. Otobandan sallana sallana karşıya geçtik ve Çorum yönüne giden araçlara otostop çekmeye başladık. “Araçlar” lafı da içinde cahil bir iyimserlik barındırıyor tabi. “lar” çoğul ekini de bol keseden kullanabiliyoruz bazen.

Bu arada üçümüz de astronotla Eskimo arası bir kılık kıyafet içindeyiz. Ağız burun full kapalı. Ben başımı çeviremiyorum. Sağa sola bütün gövdemle dönüyorum. Öyle bir vaziyet. İki tane şehirler arası otobüs yanımızdan ziyuvv gibi bir ses çıkararak geçti. Sanki içindeki herkes ip askılı atletleri ve ellerindeki buzlu bira bardaklarıyla bize bakıp güldüler.  Bilmiyorum, bana öyle geldi.

Sonra bir araç durdu. Bir tır! Tır durdu arkadaşlar! Tıra bindiniz mi hiç? Çok zor. Bayağı bir merdiven çıkıyorsunuz. Şoföre yakın tarafa kardeşim oturdu. Ben ondan sonra bindim. Zaten kuzenim arkadan azıcık desteklemese tırın içine kendimi zor atardım. Kuzen de kardeşim ve benim arkamıza oturdu. Çok acayip. Arka koltuk diye bir şey yok ama oraya bir yere oturdu ve püsküllü saten bir perdenin arasından kafasını çıkarıp ortama dahil oldu. Yol çok uzun değildi ama şoförün Rusya’ya mal taşıdığını, A ve B noktalarının her birinde bir “karısı” olduğunu dinleyecek kadar vaktimiz oldu. Şoför benim erkek olmadığımı anlamadı ve muhabbetini o rahatlıkta etti. Fotoğraflar, boncuklar, oradan buradan sarkan süsler, yerden iki metre yukarıda yapılan bir kara yolculuğu…

Çorum’la ilgili maalesef çok bir şey hatırlamıyorum. Normalde bir sürü fotoğraf çekmiş olmam lazım ama eldivenlerimi hiç çıkarmamışım tahminen. Oranın en yüksek binasının (bir oteldi, evet) tepesinde bir lokantaya gittik. Yedik içtik. Güldük ettik.

Tam bunları yazarken kuzen aradı alakasız bir şey sordu. Ben de ona yazmakta olduğum edebi eserden bahsettim. “Vay be on iki yıldır tıra binmiyoruz” filan diye güldük. Biz hala bu seviyede espriler yapıp gülüyoruz işte, yazık. Sonra kuzen biraz ciddi biraz tırsak bir tonda “yalnız benim çarşı iznimde Sungurlu ilçe sınırlarının dışına çıkıp Çorum’a gitmem yasaktı” dedi.  Askerliğini yakmıyoruzdur inşallah kuzen. Hanımı çocuğu evde bıraktırıp koştururlar mı seni yine yaylalar yaylalar? Bir dahaki sefere vatani görevin maki bitki örtülü bir yerlere denk gelir inşallah.

Bu da böyle bir anımdır. Arz ederim.

16 Ekim 2022 Pazar

ABLAM

ABLAM

Her şey ablamın üniversite arkadaşlarıyla her zamankinden daha sık görüşmeye başlamasıyla başladı aslında. Kendisi gibi bekar ve çocuksuz olan Selma ile sabah yürüyüşleri, diyetisyen randevuları, et yemeyi bırakmalar, glutene veda etmeler filan derken ablam kırk dört bedenden kırka indi ve benimle birlikte aldığı, ikimizin de severek ve rahatlıkla giydiği lastikli belli Marks & Spencer kot pantolonlarla dalga geçmeye başladı.

Ablamın gün geçtikçe Selma’nın daha çok etkisinde kaldığını görüyordum. Yeni yeni huylar edinmişti. Akşamları dizi izlemek yerine kitap okuyor, ütü yaparken müzik dinliyordu. Saçma sapan şeylere para harcıyor, en fazla bir hafta yaşayacağını bile bile her pazartesi   eve çiçek alıyordu. Selma’nın komşularından kendileri gibi emekli, vakti bol, sorumluluğu az kadınlarla toplaşıp yoga yapıyor, dolunay gecelerinde birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı.

Ablamın salondaki kırk yıllık büfesinin üzeri mumlar, tütsüler, adını bilmediğim taşlarla dolmuştu. Eve gittiğimde içerisi Çukurcuma’daki   küçük eskici dükkanları gibi kokuyordu.

Sonra bir gün bu ikisi, ablam ve Selma, dediler ki “biz longoz ormanlarına gidiyoruz, çadırda kalacağız”. Meğer bu Selma’nın yaratıcı yazarlık kursundan tanışıp samimi olduğu birileri varmış, onlarla gideceklermiş.

“Abla” dedim. “Sen otele giderken bile yastığını götürürsün. Olur olmaz her yatakta rahat edemezsin. Ne çadırı, ne kampı?”

“Ben” dedi. “Konfor alanımın dışına çıkıyorum.” Laflara bak. Selma’nın öğretmesi hep bunlar. Yok efendim sınırlarını zorlayacakmış. Aslında o sınırları oraya kim koymuşmuş… Neredeyse beni suçlayacak. İnsanın haddini bilmesi fena bir şey mi yav? Elalemi kendine güldüreceksin, olacak olan o. “Tamam” dedim. “Git gör ebenin konforunu”.

Dünyanın parasını harcadı. Çadırı, tulumu, çantası, ayakkabısı, yağmurluğu, matarası, eldiveni, ohoo daha neler neler.

Düşündüğümün tam tersi oldu ve ablam aşırı iyi geçen ilk kamp macerasından sonra bir nevi amazona dönüştü. Kokulu yağlar, taşlar, kristaller, çaylar, çubuklar, boy boy mumlarla evlerini mabete çeviren kendi gibi arkadaşlar edindi. Yaşlarına başlarına bakmadan hippiler gibi dağ bayır gezdiler. Buz gibi derelerde, dizlerine kadar suların içinde yürüdüler, gün doğumunda Nemrut’a çıktılar. Ne sistit ne de bronşit oldular.

Ablam otuz sekiz bedende, sıkı popolu, bronz tenli, çantasında termosu ve kitabıyla gezen, yüksek sesle gülen bir tipe dönüştü.  Selma, Selma’nın polisiye öykü atölyesinden arkadaşı Yeşim ve Yeşim’in Uşak halılarındaki sembollerden yola çıkarak tasarladığı takılarla ünlenen kardeşi Müge ile birlikte Göbeklitepe’ye gittiler.

Gelir misin diye bana hiç sormadı. Gider miydim? Son anda sorduğu ve kendimi hazırlayacak süreyi bana tanımadığı için, hayır. Gelmemi isteseydi, benden olumlu cevabı alacak şekilde nasıl ne zaman sorması gerektiğini bilirdi. Konfor alanı filan diyor ama ablam benden kaçıyor sanki.  Ona unutmak istediği bir sürü şeyi, ne bileyim, mantı yiyip kola içtiğimiz akşamları, saatlerce karşısından kalkmadığımız televizyon programlarını, kendine çiçek almadığı günleri filan hatırlatıyorum diye belki.

1 Ağustos 2022 Pazartesi

Fenomen Fantom

Fantom üç ayaklı bir sokak köpeği. Sent Antuan Kilisesi'nin yanındaki büyük kumpircinin kapı önlerinde dolanıyor. Kilisenin bahçesindeki büyük yılbaşı ağacının fotoğraflarını çekmekte olan kız grubunun çığlık ve kahkahaları kumpirciye kadar geliyor. Saat henüz sabahın on biri. Dame De Sion'lu kızlar belli ki okulu kırıp Beyoğlu'na gelmişler. Fantom bu neşeli grup tarafından farkedilmek için sabırsızlanıyor. En çok hayalini kurduğu şey şu devasa yılbaşı ağacının yanında kendisinin de boy boy fotoğraflarının çekilmesi ve ardından gelecek şöhret. Herkes onu çeksin, İstiklal Caddesi'nin fenomeni olsun istiyor. Bayılıyor poz vermeye. Tek sorun kendisi dışında kimsenin bunun farkında olmaması. Çünkü Fantom, ne sevimli ne de fotojenik bir hayvan. Sıska, çelimsiz bir sokak köpeği. Sıradanlığını, albenisizliğini acilen idrak etmesi gerekiyor. Üç ayaklı sıradan bir sokak köpeğinden beklendiği gibi yaşamayı öğrenmeli. Yani göze batmamalı, icap ettiğinde görünmez olabilmeli. Oysa daha bir saat önce sırmalı bordo yeleğinin içindeki bir doksanlık Maraş dondurmacısı ile çekim yapan İspanyol bir aileye sırnaşıyordu. Dondurmacı, kafasındaki fesi el çabukluğuyla çocuklardan birine giydirirken, kaşığın ucundaki dondurmayı ellerindeki hiçbir külaha yar etmeden döndürüp dururken ve tüm bunlara turist kadın yapmacık gülüşleriyle eşlik ederken Fantom seke seke kadraja girmişti. İspanyol adam iğrenerek ve zaten aşağı bakan bıyıklarını iyice sarkıtarak  köpeğe baktı ve çekimi bıraktı. Kim eve dönüp eşe dosta hava atmak için tatil anılarını paylaşırken topal bir sokak köpeği izlettirmek ister ki?

Liseli kızlar Sent Antuan'a girince bahçe sessizleşti. Kumpircide ise yeni işe başlayan Özbek kadın patronun gözüne girme çabasındaydı. "Tereyağdan heykeller yapabilirim" dedi. "Meydandaki dükkanlardakiler gibi" . Sağına soluna bakındı. "İsterseniz" dedi, "beş dakikada şu köpeğin heykelini yaparım". Fantom neşeyle kulaklarını dikti. İçini tarif edilemez bir heyecan kapladı. Beklediği şöhret fırsatı kapıya mı gelmişti? Oturuşunu dikleştirdi, burnunu hafifçe yukarı kaldırdı. Ne de olsa poz vermek en iyi bildiği işti.
Kumpirci patron elindeki iddia kuponundan kafasını kaldırmadan gözlüklerinin üzerinden sert sert baktı. "İcat çıkarmayın sabah sabah" dedi. "Tereyağının kiloso kaç lira, haberiniz var mı?" 


28 Temmuz 2022 Perşembe

Olacak olacak

Güzelçamlı sahilinde akşam yürüyüşündeyim. Önümde dört kişilik bir aile var. Oğlanların küçüğü beş altı, büyüğü taş çatlasa on yaşında. (Çatlamasın ayrıca, ne gerek var?) Baba, kısa pantolonunu, çiçekli böcekli tişörtünü çekmiş, hafif göbekli ama çakı gibi. Saçı filan da var. İyi yani. Kadının ise "ben sadece bu çocukların anası değil bu adamın da karısıyım, evliyiz çocukluyuz ama biz hala bir kadın ve bir erkek olarak birbirimizi beğeniyoruz" diyen bir havası var. Sadece ören yerlerinde giydiği kısalıkta bir  şortu ve kolsuz tişörtünün V yakasından görünen yanık tenine çok yakışan renkli bir kolyesi var. Oğlanlar daha ergenlik çamuruna bulanmamışlar. "Babam herşeyi bilir, ne derse doğrudur" kafasındalar. Pırıl pırıl. Baba da onun rahatlığıyla atıp tutuyor. Üzerinde gezdikleri coğrafya hakkında bir şeyler anlatıyor, büyük büyük el kol hareketleriyle. Kadın kocasını hayran hayran izliyor. Arada da etrafına bakıyor. "Kimin kocası buuu, bu benim kocam..."

Az daha yürüyüp akşam pazarından görümceye baldıza hediyelik havlu peştemal filan bakacaklar. Gece yarısı döndükleri klimasız pansiyon odasında pencere açık uyuyacaklar. O çok güvendikleri sineklik telinin kenarındaki yırtıktan içeri girmeyi kolaylıkla başaran sivriler tarafından şişlenmiş olarak uyanacaklar. Küçüğün kolu fena kabaracak. Kadının evden getirdiği devasa ilaç poşetinin derinliklerinden Stilex krem bulup sürecekler.

Kahvaltıdan sonra şemsiyelerini, hasırlarını, havlularını, gözlüklerini, sularını, atıştırmalıklarını, pareolarını, güneş kremlerini yüklenip halk plajına gidecekler. Sonsuz genişlikte gibi görünen plajda kıçlarının dibine girip şemsiye çakan yarı Türkçe yarı Almanca konuşan yaygaracı bir grup yüzünden rahatları kaçacak. Kim kimin karısı, kim kimin dayısı anlamıyacaklar. Kızların bikinilerinin küçüklüğünü, adamların seri bira tüketimini hoş karşılamayacaklar. Çocukların her geçen mısırcıdan, midyeciden bir şey istemeleri ve alınmayınca tutturmaları, üstelik bunu Almanca yapmaları kafa şişirecek. Almancı kızlar yüzükoyun yatıp popolarını güneşe ve halk plajının meraklı bakışlarına teslim edince bizim ailenin kadını "kalkalım" diyecek. "Başım ağrıdı, güneşten heralde. Bugün deniz de pek güzel değil." 

Pansiyona eşyaları bırakıp pideciye gidecekler. Gölgede sakin sakin oturmak hepsine iyi gelecek. "Ben de bir bira içeyim mi" diyecek adam. Plajdaki üşütük popoların yanından lafını ikiletmeden kalkan kocasına sevgiyle bakacak kadın. "İç hayatım" diyecek, adamın şapka giyip çıkarmaktan dağılan saçlarını düzeltecek. "Sana da söyleyeyim mi bir tane, başının ağrısına iyi gelir" derken göz kırpacak adam. Kadın gülecek. Saçını omzunun üzerinden atarken etrafa bakacak. 

14 Nisan 2022 Perşembe

Muz

 

MUZ

Kahvaltıdan sonra tıraşını oldu. Dolaptaki ütülü beyaz gömleklerden birini askıdan çekti. İşten ayrılalı bir buçuk yıl olmuştu ama takım elbiseleri de gömlekleri de hala üzerine cuk oturuyordu. Laptop çantasını masanın üzerine aldı. Bordo deri kapaklı defterini, kitabını, gözlüğünü, kalemlerini çantaya yerleştirdi. İki de dergi koydu. Rengi yeşilden sarıya yeni yeni dönen bir muz da   diğerlerinin yanında yerini aldı. Kapattı çantayı. İçinde laptop olmadığını kim bilebilirdi ki. Aynada kendine son bir kez baktı. Saçını düzeltti. İşe giden sabah kalabalığına karışmak üzere evden çıktı. Otobüs duraklarının önünden geçti. Banka şubeleri ve simitçiler hareketlenmeye başlamıştı. Mobilya mağazası ışıklarını açmış, kuruyemişçi cips standını kapının önüne çıkarmış, okul servislerini bekleyen irili ufaklı çocuklar caddenin iki yanına gelişi güzel serpilmişti. Yürüdü, yürüdü. Kırk beş dakikanın sonunda az bilinen bir müzenin daha da az bilinen bahçesindeydi. Bahçenin bir köşesindeki kafeteryada oturmaktansa süs havuzuna bakan banklardan birine geçti. Çantasından kitabını çıkardı. Birkaç sayfa okudu. Havuzdaki kuğuların, duvarın dibindeki güllerin, henüz çiçeklenmemiş heybetli manolya ağacının üzerinde ağır ağır gezindi bakışları. İyice üşüyünce kalktı. Kafeteryaya girip küçük mermer masalardan birine oturdu, kendine bir çay söyledi. Bordo deri kapaklı defterini ve en sevdiği dolma kalemlerinden birini çıkardı. “Bugün size Dark Finans’dan ayrılışımı anlatacağım.” diye yazacak oldu. Yok yok dedi kendi kendine. “Bugün sizinle şu soruya yanıt arayacağız; para mı insanı bozar parasızlık mı”. Hayır hayır diye sessizce inledi. Alnını ovuşturdu. Bir çay daha istedi. “Daha başka daha şaşırtıcı  olmalı yazdıklarım. Kalbimi üzerinde tüten dumanıyla görmeliler satırlarda. Mantosunun kuşağının düşmek üzere olduğunu fark edip uyarmak istediğim kızı yazayım mesela. O kadar güzeldi ki o güzellik beni rahatsız etmiş adeta  ürkütmüştü. Konuşmaya başlayınca kekelerim veyahut sesim titrer korkusuyla vazgeçmiştim herşeyden. Bana neydi onun düşen kuşağından. Bu kadar güzel olacağına azıcık üstünü başını toplasaydı. Ben onu tüm iyi niyetimle uyarırken azıcık dilim sürçer gibi olsa, bütün gün eşine dostuna  bu hadiseyi gülerek anlatırdı.” İkinci çay da bitmiş kafeterya kalabalıklaşmıştı. İçtiklerinin parasını verdi. Çantasını hızlıca toplayıp sahilin yolunu tuttu. Piyanocuların, çiçekçilerin, kahvecilerin ve pilates stüdyolarının olduğu caddeyi boydan boya yürüdü. İskeleye uzaktan bakan banklardan birine oturdu. Çantasından muzu çıkardı. “İki çaya otuz lira veren eski finansçı öğle yemeğini evden getirdiği muzla geçiştirdi.” diye geçirdi içinden. Yazarların günlük alışkanlıklarını anlatan kitaplar okumuştu. Uyanır uyanmaz kahve içenler, her gün duş alanlar, yatakta yazanlar, yazmak için otele gidenler, gündüz işe gidip gece yazanlar… Hayatında hiç geçim derdi çekmemiş olanlar da vardı, onca zenginliğin içinde kendine ait bir odası olamayanlar da. “Belki” dedi. “Çok zengin olsaydım ya da çok yakışıklı. O kadına seslenirdim. Mantonuzun kuşağı düşmek üzere hanım efendi diye oturduğum yerden istifimi bozmadan. Kaybederseniz üzüleceğinizi tahmin ettim ve içim elvermedi. Bu gözlere bu dudaklara bu saçlara bu ellere mutsuzluk yakışmaz.

Muzunu bitirdi. Kabuğunu atmak için ayağa kalktığında ilk hareket edecek vapura binmeyi geçirdi aklından. Böyle çılgın fikirler adamdan pek yüz bulamazdı genelde. Ya ayakkabısının sıktığını ya başının ağrıdığını bahane ederdi hep. “Bu sefer hesapsız davranayım” dedi. “Belki suyun üstünde gelir bulur beni aradığım o zihin açıklığı”. Az sonra vapurda cam kenarında elinde bir şiir dergisiyle oturuyor birkaç dakika önce oturduğu banka bakarken içi sızlıyordu. “Hiç kalkmasaydım keşke” dedi. “Ayakkabılarım sıkıyor” diye mırıldandı. Şiirlere döndü. Şiirler hap gibiydi. Küçücük ama çok etkili. Toplasan sekiz on kelime. “Aynısını ben yazsam gülerlerdi kesin” diye kafa salladı belli belirsiz. Vapurun kirli camından gri yeşil sulara, uzaktan geçen balıkçı teknesine baktı. “Belki de” dedi. “ Çok yaşlı olsaydım ya da çok ünlü, o zaman yazardım bunlar gibi şiirler. Mantosunun kuşağını düşürmek üzere olan o güzel kız da gözleri dolarak okur, okurken göğsü inip kalkar, dudakları titrerdi.”

Vapur, yolcularını indirdi ve beklemeden karşı taraftan binenleri adamın muz yediği kıyıya getirdi. Şiir dergisini çantasına geri koydu. İnsanlar inmek için hareketlenmeye başlarken dizine koyduğu deftere günün ilk cümlesini yazdı: Bugün de bir şey yazamadım. Çünkü ne zengin, ne yakışıklı, ne yaşlı, ne de ünlüyüm.



11 Nisan 2022 Pazartesi

Fatoş ve Selahattin

 

Kovid oldum. Ne çok ağır ne de çok hafif geçirdim diyebilirim. Instagram’da yeşil oje, latte, başparmakta yüzük, beyzbol şapkası, tayt üstü çorap, kıvrılıp halka şeklinde uyumuş kedi paylaşan çok takipçili kızlardan görmüştüm. Onlar kovid olduklarında evdeki izolasyon süresinde filmler, sezon sezon diziler izlemiş, kitaplar okumuş hatta kitap yazmaya başlamıştı. Bana öyle olmadı. Evet hastalıktan ölüp geberecek noktaya gelmedim ama bir şey okuyacak veya yazacak kadar iyi değildim. Kafam dağınıktı toplayamadım maalesef. Yani yedi günlük inzivadan da yine bir edebi esersiz çıkıyorum sevgili okuyucu. Annem ve babamla birlikte yaşadığım için günümün çok büyük bir kısmını odamda mal mal oturarak geçirdim. Ben onlara hastalık bulaştırmayayım diye kafayı yerken ebeveynimin iğne atsan yere düşmeyecek bir cumartesi günü  kendilerine uygun gördükleri destinasyonlar ise dudak uçuklattı. Babam cenazeye, annem pazara gitti.

 Instagram’da Londra sokaklarını hallaç pamuğuna çevirdim. Çocuk kitabı illüstrasyonlarıyla ilgili o kadar çok şeye baktım ki odamın duvarlarında pantolonlu filler dolaşmaya başladı. Gözlerim ve boynum iflas etmeden telefonu bıraktım.  Uzun uzun pencereden dışarıya baktım. İzleyecek epey mevzu vardı çok şükür. Otelle burun buruna olduğumuz için oradan çok ümitliydim  ama size şu kadarını söyleyeyim; turizmde işler sanıldığı kadar iyi olmayabilir arkadaşlar. Bunu dört gündür boş olan otel odasının kapalı ve tozlu panjurlarına bakarak söylüyorum. Koronamın başında iki gün boyunca odada Araplar vardı, su şişelerini ve ayakkabılarını camın dışına koyan. Hiç de eğlenceli değillerdi ve gittiler. Geçen yaz mesela on gün kadar kalan bir Amerikalı kadın vardı. Kara kuru ve sanırım dertliydi. Sigara ve kahveyle hayatta kalıyor gibiydi. On gün boyunca açık penceresinin önündeki sandalyede oturup  incecik bacaklarını güneşe uzatarak aynı kalın kitaba bakmıştı. Okumuş muydu, bilemem. Geceleri telefonda biriyle ağlayarak kavga eder, “annemden nefret ediyorum, umarım ölür” diye bağırırdı. Onun gibisi bir daha gelmedi.

Neyse , korona izolasyonum sırasında Bosfora Otel beni oyalayacak bir seyir zevki yaşatmadı kısacası. Allahtan martılar vardı. Bir yazı yazayım ve içinde martı geçmesin, mümkün olmayacak galiba. Şöyle yazmışım ilk gün: Karşı çapraz apartmanın çatısında bir martı hep aynı yerde duruyor. Ya öldü ya yumurtladı. Sonra eklemişim. Martı yaşıyor, arada oturuş yönünü değiştiriyor. Nadiren totoyu kaldırıp  bacaklarıyla açma germe hareketi gibi bir şeyler yapıyor. Saatlerce Çamlıca Kulesi  seyretmekten sıkılırsa , dönüyor arkasını kafayı kanatların arasına gömüp uyukluyor.  Anlaşılan o ki yakında ailenin yeni üyeleri yolda. En tizinden viii viiii sesleri bizi bekler. Hayırlısı. Öyle derler ya, hayırlısıyla dünyaya gelsin de gerisi önemli değil. Bunlar dünyaya gelmişler de kabuklarını kırmamışlar henüz. Aaaa aynı ben! Kendimi kabuğu çatlamamış martı yumurtasına benzetmediğim kalmıştı bir tek, o da bugünlere kısmetmiş. Koronada insan hakikaten içe dönüyor kendiyle yüzleşiyor bla bla bla. Örneğin ben korona izolasyonum sırasında bir gece kendimi kalorifer böceğine benzetmişim. Kafka mısın mübarek! Kalorifer böceği olayı şöyle dökülmüş satırlara: Sabahın dördü. Annemler sahura kalktı. Kulağım mutfakta. Sinsi ve şaşkın bir kalorifer böceği gibi pusudayım. El ayak çekilince mutfak bana kalacak. Sıramı sabırla bekliyorum. Etraf sessizleşince fıtı fıtı süzülüyorum mekana. Çay hala sıcak.

Aklım bütün gün bütün gece yavrularının tepesinden inmeyen cefakar  martıdaydı. Adını Fatoş koydum. Bu Fatoş günlerdir her türlü meteorolojik koşulda aç bilaç ne yapıyor nasıl dayanıyor diye kafaya taktım. Anasının evinden getirmedi heralde bu yumurtaları, babası nerde bu sabilerin, öyle gagayı havaya dikip bağırmakla olmuyor bu işler filan diye Fatoş’un hayırsız kocasına söylendim. Kuzenime anlattım. Dedi ki, “ya hep aynı martının oturduğunu nereden biliyorsun?” Ohaaa ben bunu nasıl düşünemedim. Korona beyin yakıyor arkadaşlar net bilgi. Hakikaten de geçen sabah nöbet değişimine bu gözlerle şahit oldum. Bu kimin kocası buuu, bu Fatoş’un kocası. Selahattin is back in town. Hoş geldin Selahattin. Selahattin güzelce yerleşti yavruların üstüne. Bu arada Fatoş,  kanatları poposuna vura vura arkasına bile bakmadan uçtu gitti. Selo geldi oturdu ama Fatoş’un durağanlığı hemen geçmedi  ona. Kafası gözü oynuyor, tepesinden sağından solundan geçenlere, uçanlara, kaçanlara bakıyordu. Muhtemelen içinden şu geçiyordu Selahattin’in : Ulan bir gün evde oturalım dedik, herkesin gezeceği sosyalleşeceği tuttu.

Belki şöyle konuşmalar oldu bazılarıyla:

-Şşşt! Selahattin! Napiyosun olm, gelmiyo musun iskeleye?

-Yok abi siz gidin ben bugün evdeyim çocuklar bende.

 

-Faruk! Faruk! Bağırma lan benim , Selahattin. Napıyonuz oğlum nereye böyle, çok şıksın?

-Yok be abi, her zamanki halimiz. Balık Pazarı’na gidiyoruz. Gel sen de.

-Gelemem oğlum, evdeyim ben bugün. Vapurlara da takılcanız mı lan yoksa?

-Ayıpsın abi, bırakır mıyız? Huaa haaa haaaaa !!! Yengeyi görürsek selamını söyleriz! Huaah haaa aaa aaaa.

-Yavaş lan Faruk. Titredi valla çocuk, erken çatlama olacak  senin yüzünden.

 

-Sengül abla nereye böyle hayırdır?

- A a aaaa! Arka sokakta kadının biri küflenmiş ekmekleri yan apartmanın çatısına atıyor Selahattin. Çok sevdiğimden değil, güvercinleri korkutmaya gidiyorum. Hııaa hıaa hahaha hahaha !

-Sengül abla ama bu nasıl bir gülmektir yaa.

 

O gün gözüm  Selahattin’deydi. Hayat limon verse limonata yapardım belki ama elimde seyredecek bir denyo martıdan başka neyim vardı ki? Ayrıca yeri gelmişken, hayatın limon verdiği herkes aynı şekilde elinde limon sıkacağı vesaire ile hazırolda bekliyor mu olmak zorunda acaba? Üretken, yaratıcı olmadığım ve pozitif vayb yaymadığım anlar için hayattan ve limonlardan özür mü dilemeliyim? Martı Selahattin’e dönecek olursak, yemin ediyorum size, yazıya detay olsun diye uydurmuyorum. En az beş kere kalktı yerinden sonra da zor yerleştirdi totosunu kuyruğunu. Bir işi zorla yapanla gönülden yapan nasıl fark ediyor ben o gün orada gördüm. Düşünsenize , Fatoş’u ben ilk gün ölü sanmıştım ya. Öyle bir konsantrasyon. Öyle bir adanmışlık. Kımıldamıyordu zavallım. Kurtlu Selo  ise hiçbir şey yapmasa oturduğu yerden plastik borunun kenarıyla oynuyordu.

Kuştu böcekti derken geçirdim sayılı günleri. Bu pis hastalığı  pencere kenarında kuş gözlemleyerek geçirmemi nasip eden ilahi güce binlerce şükür. Çok kötülerini gördük duyduk yaşadık maalesef. Kayıplar verdik. Toprağın altına girdiği için vedalaştıklarımız oldu ,içimiz yandı. Dünya üzerinde olup da ayrı düştüklerimizin hasreti de az değil.

Keşke bitse her şey. Bütün dertler. Keşke bütün gün Fatoş’u, Selahattin’i, Selahattin’in her kavgaya karışan serseri arkadaşlarını, yavruların kime daha çok benzediğini filan konuşsak…

29 Mart 2022 Salı

Ev derken...

 Müstakil ve sobalı bir evdi büyüdüğüm ev. Ne zengin ne fakir, orta direk bir çevreye doğdum. Yirmi altı yaşıma kadar o evde yaşadım. Yaşadık. Sonra Beşiktaş’a kaloriferli bir apartman dairesine taşındık. Banyo musluğundan akan sıcak suyla yüzümü ilk yıkadığımda yirmi altı yaşındaydım yani :) Yeni evdeki ilk sabahlarımda gözümü açtığımda pencerenin kapının yerini filan  yadırgadım. Zamanla alıştım Beşiktaş’a. Çok da yabancısı değildim zaten. Çarşısına pazarına gelirdik eskiden beri. Ama burada yaşamak farklıydı tabi.

Eski mahallemizde her ama her gördüklerinde okulun, işin nasıl gittiğini, evdekilerin halini hatırını, hatta ananemi babanemi soran komşularımız vardı. Hayır dua eder,  selam gönderirlerdi. Yaz ikindileri kapılarının önünde sohbet etmek üzere toplaşırlardı. Minik taburelerine oturup gelene geçene laf atan bu teyzeler grubundan ergen aklımla pek hoşlanmazdım. Yolumu değiştirirdim bazen. Cep telefonu yoktu tabi o zamanlar. Olsaydı önlerinden geçerken konuşuyormuş gibi yapardım kesin. İçlerinden birinin benim yaşlarımda torunları vardı. Dolayısıyla o, diğerlerine göre okulla ilgili mevzulara daha bir yakın daha bir hakimdi. Diğerleri "Allah zihin açıklığı versin, kaça gidiyorsun, kaçta dönüyorsun" seviyesindeyken o, ÖSS ÖYS vize final bütünleme ince ince sorardı. Eğitim Bakanı diye isim takmıştık ona kardeşimle. Bakan teyzeye tekmil vererek geçti yıllar. Mezuniyet, kep töreni, hatta staj, iş başvurusu, iş görüşmeleri, sigorta, servis, mesai, ilk maaş... Kariyer planlamamın yılmaz bekçileriydi komşu teyzeler. Beşiktaş’a gelirken o meraklı ve şefkatli bakışları ardımızda bıraktık. Birer ikişer veda etti onlar da önce kapı önü taburelerine sonra hayata.

Şu son birkaç senedir söyleniyordum. Ulan herşeyin en kötüsü hep bize mi denk geldi arkadaş diye. Ekonomik kriz, deprem, salgın, yangın, sel, savaş... Bugün farklı düşünüyorum. Çok iyi şeyler de gelmiş başımıza. Şimdi dizilerde filmlerde aradığımız ortamlara doğmuşuz mesela. Bir gün Bakanlar Kurulu'nu özlemle anacağımı tahmin edemezdim. Yazarken böyle oluyor, o kalemin ucu tahmin etmediklerimi çıkarıyor hep önüme. Bazen kendi içime arkeolojik kazı yapıyor gibi hissediyorum. Gizli tüneller, dehlizler, mağaralar, yer altı gölleri, dışarıda hiç olmayan renkler biçimler, yılanlarla ve elmaslarla dolu sandıklar. Saraylar, kulübeler, meydanlar ve patikalar. Bir tarafta buz yeşili keskin kenarlı bir yalnızlık, öte yanda hazır çorba gibi kokan bunaltıcı insan yığını...

"Yazmak varmakla eş değer değildir. Hatta çoğu zaman varmak değildir." demiş ya önemli biri (keşke kim olduğunu bilsem) Benim yazılar da öyle, başladığı yere dönemiyor. Ring sefer mümkün değil. Çocukluk evim diye başlıyorum tüneller, yılanlar ve elmaslarla bitiriyorum. Esen kalın. 

Sanat eseri Haluk Akakçe'ye ait 💚





17 Mart 2022 Perşembe

Şaşırıyorum

 Ne çok özlemişim çocukluğumu. Martılar bile bana o günleri anımsattı. Oysa hiç martı görmedim ben çocukken. O yıllarda muhatap olduğum en vahşi doğa unsuru ananemin bahçesindeki dut ağacının altında oynarken kafamıza üstümüze başımıza düşen tırtıllardı. Dut denen şeyin para karşılığı pazarda manavda satıldığını idrak etmem de ilginçti. Bayağı şaşırmıştım.

Dünyan ne kadar küçük, hayatın ne kadar sadeyse şaşırdığın şey de o kadar çok oluyor. Biz büyüdük ve kirlendi dünya diyoruz ya, biz büyüdük ve bitti şaşırmalar. Şaşırdığını belli etmemek "in" oldu. Şaşırmak görgüsü bilgisi tecrübesi az, sığ kişilere kaldı. İnsanlar para verip dut alıyor örneğin , bu benim için hala ilginç bir bilgi :) 

Yol kenarındaki çiçeklere hiç bakmayanlara, bulutların şekil değiştirişini izlemeyenlere, Boğaz'a serpilmiş balıkçı kayıklarını çekirdek kabuklarına benzetmeyenlere mesela şaşırıyorum ben. 👀👀👀

Not : Görseldeki eser Erinç Seymen'e ait. 






Ben çocukken sarışındım

 Bütün heybeti ve güzelliğiyle bir vapur yaklaşıyor. Grili mavili simli pullu bir kumaşın üzerinde ilerliyor sanki. Yine martılar. Hep olsunlar. Bakmayın çok konuşuyorlar, çok bağırıyorlar, abartı tepkiler veriyorlar, dikkat çekmek ilgi odağı olmak için çırpınıyorlar desem de seviyorum martıları. Bakımsız martı görmedim hiç. Saçı sakalı bırakmış, üstü başı kirli, göbek salmış gıdı yapmışına da denk gelmedim . En yavru halleri gri bir yün yumağından farksız. Neresi gagası neresi poposu belli olmayan ve dünyanın en tiz sesini durmadan çıkarabilen bir topak. Yani o çelimsiz çocuk büyüyüp de bu yakışıklıya nasıl, ne ara dönüşüyor?

Bu şey gibi; "ben çocukken sarışındım". Valla ben bayağı sarışındım gerçekten. Çok da zayıftım. Tüy sıklettim. Kaşım kirpiğim saçım da tüy gibiydi. İnce, açık renkli, yumuşak. Gür, kalın telli koyu koyu saçlara, kirpiklere imrenirdim. Yazları kuzenim gelirdi Almanya'dan. Benden bir yaş büyüktü. Boylu poslu kaşlı gözlü bir kızdı. Bayramlarda bizi bir örnek giydirdiklerinde sanki benim cılızlığım iyice tescillenirdi. Ben en çok kuzenimin Almanya'dan getirdiği kıyafetlerini merak ederdim. Pek havalı pek değişik görünürdü bana. Bir de mis gibi bir koku yayılırdı o bavuldan. Alamanya'nın deterjanı mı yumuşatıcısı mı her  neyse, muhteşem kokardı. Şeker Kız seyreder, çikolata yer, resim çizerdik. Hala kuzenimin öğrettiği gibi çiziyorum balıkları, köfte dudaklı, iri gözlü.

Ne çok özlemişim çocukluğumu. Martılar bile bana o günleri anımsattı. Oysa hiç martı görmedim ben çocukken.



16 Mart 2022 Çarşamba

Beautiful World Neredesin

 Yaklaşık iki sene önce Sally Rooney'nin Normal People isimli kitabını çok severek okumuştum. Aynı yazarın birkaç ay önce Beautiful World Where Are You diye yeni bir kitabı çıktı . Çok merak ediyordum ve bir iki yerde elime alıp baktım. Arka kapak yazısı filan iyice ilgimi arttırdı iştahımı kabarttı. Ve fakat kitabın fiyatı 250 TL idi. Yutkunup raftaki yerine geri koydum her defasında. Sonra Galataport'a gittiğimde oradaki devasa D&R'da karşıma çıktı. Maviydi, pırıl pırıldı, rafta sere serpe uzanmıştı. Kitapçı kocamandı. Dört beş kişi anca vardı. Üst kat aydınlık, koltuklar rahattı. Beautiful World Where Are You'yu elime aldım, oturdum. On beş sayfa filan okudum. Konu çok sardı, karakterler kafamda dolaşmaya başladı. İlk buluşmamız böyle geçti. İki üç hafta sonra aynı kitapçıda aynı koltukta yine ellerimin arasındaydı. Heyecanla acele acele çevirdim sayfaları, kaldığım yeri buldum, bir yirmi sayfa daha okudum ve yine yerine bıraktım. İlkinden daha zor bir vedaydı.

Geliyorum 8 Mart'a.  Kadınlar Günü'nde - kadınların sadece makyaj yapıp saç fönlemediği aynı zamanda kitap da okuduğunu gören- bir kitapçı %50 indirim yaptı. Kadın müşterilere her şey yarı fiyatınaydı. Aklımda Sally'nin kitabı yoktu aslında, sanat tarihiyle ilgili bir şey vardı. Onu bulamadım. Sonra bir baktım benimki orada. Fiyatı inmiş 120 liraya. Hala yüksek aslında. Ama o gün  orada onu almamak bana ve kitaba ayıp olacaktı sanki. Aldım. Eve getirdim. Odamdaki kitaplığa okunmayı bekleyen diğerlerinin yanına bıraktım. Bırakış o bırakış. 😲😀

Kitaba sahip olup eve getirince arkamı dönüp yattım resmen. Kaçamak buluşmalardaki performansıma ne oldu? Ohoo bu konu uzar...Yazıcam... ☺️👍

Not: Kadınlar Gününde indirim yapan kitapçı Kitap Koala idi.



11 Mart 2022 Cuma

Turşu

 Kilitliyim. Bi salın beni. Açayım açılayım. Müsaade edin de anahtarı bulayım. Hiç de arar bir halim yok ya. Kimse o yüzden anlamıyor neyi bulamadığımı. Bulamıyorum oysa. Bir amaç bir mana. Duruyorum. Uyuyorum gün ortasında. Uyumasam da giriyorum örtünün altına. Salondaki televizyonun sesini duyuyorum yattığım yerden. Kadın kocasının kolunu ısırmış. Kanal değişiyor. Öbür programda gözü yaşlı bir adam. Karısı kaçarken altınları ve turşuları da almış. Uyuyordum diyor. Ben hala yatıyorum. "Ulan hadi yazmıyorsun, çizmiyorsun, okumuyorsun da doğru dürüst. Tembel teneke. Adam gibi temizlik yap bari" diyorum kendime. Toz içinde her yer. Mikrodalganın olduğu dolabı cifle. Çaydanlıkları parlat. Aynanın önündeki rafı sil. İçimden gelmiyor kolum kalkmıyor. Kolunun altında turşu bidonuyla kar kış demeden gece gece evden kaçan kadının enerjisine imreniyorum. 

Kar durmuştu yine başladı. Ne güzel yağıyor. İlham al. Al Ebru al. Ne güzel ilham. Ebru ilham al... Yok olmuyor. 

9 Mart 2022 Çarşamba

Çekmecelerce

 

Kahvenin azımsanmayacak bir miktarı fincanın altındaki kağıt peçeteye dökülmüştü. Garson kız taşıdığı tepsiyi umursamadan hatta unutmuşcasına elini kolunu sallaya sallaya birilerine bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Gözümü kızdan ve tepsideki yalnız ve yarım kahvemden alamıyordum. Bir alışveriş merkezinin ortasındaki fıskiyeli süs havuzuna yukarıdan bakan bir kafedeydim. Hava serin ve bulutlu, havuzun zemini lacivert idi. Kahvemin önüme bırakılmasıyla aynı anda havuzdaki onlarca fıskiye su püskürttü. Havuzun birkaç yerinden alevler yükseldi. Göbekteki fıskiye suyu bir minare boyu fışkırttı. Sular kıvrılıp bükülürken bazen bir kırbaca bazen de beyaz bir kurdelaya benziyordu. Seyrettikçe üşüdüm. Mantomun yakasını iyice kaldırdım. "Aynı gösteriyi" dedim içimden, "aynı gösteriyi Ağustos sıcağında, bir tentenin gölgesine sığınarak seyretseydim kesin daha çok zevk alırdım"

Bir Ağustos gecesinde gittiğim bir açık hava konserini hatırladım. Ne kadar mutlu olduğumu. Ve bunu farkettiğim anı. Konserde şarkı söylemeyi bırakıp etrafıma, sahneye, gökyüzüne bakmıştım. En sevdiğim adamlar en sevdiğim şarkıları söylüyordu. Onlar da mutluydu, sadece birkaç metre ötemde. Binlerce insan ağzı kulaklarında bağıra çağıra şarkı söylüyordu. Bir şey paylaşılıyordu orada. Özel bir şey. Değerli bir şey. İçime çektim o anı. Beş duyumla kaydetmek istedim hafızama. Ağustos akşamının baygın sıcağını, Boğaz'dan esen hafif rüzgarı, Mazhar'ı, Fuat'ı, özellikle Özkan'ı... Hafızamın minik çekmecelerinden birinde pamuklar içinde duruyor o güzel gece. Ben o geceyi yaşarken biliyordum onun "çekmecelik" olduğunu.

Çekmecelere iyi ki zamanında sarıp sarmalamışım koruyup saklamışım kimi günleri ve geceleri. Bazı sesleri, iç açan gülüşleri, kaçamak bakışları, uçak penceresinden seyredilen bulut tarlalarını, sımsıkı sarılmaları, göl kenarında toplanan taşları... İyi ki hafızamın minik çekmecelerine doldurmuşum Paris'teki o ucube otel odasını, o çay mağazasını , Prag'taki kilisede beni hem korkutup hem güldüren sarhoşu, Thames kıyısında ağlayarak dinlediğim sokak çalgıcısını. Çok şükür ki saklamışım o özel anı. Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde binlerce yıllık lahitlerle göz göze sırt sırta oturup çayımı yudumlayışımı. Hayatımda yeni bir sayfa açmak için aradığım gücü o bahçede buluşumu. Torba'daki gün batımlarını, Erdek'teki simit fırınından sabahları yayılan o kokuyu, mutfak masasında cep telefonundan Tosun Paşa seyredip kahve içtiğimiz İngiltere akşamlarını.

Sıkıldıkça, nefes almakta zorlandıkça eskileri çıkarıp öpüp koklayıp yerine kaldırıyorum. Çekmecelere uzun zamandır eklenen yeni bir şey yok. Ekleyemiyorum. Bunun iki sebebi olabilir. Ya yaşamıyorum ya da yaşadığımın farkına varmıyorum. Bir alışveriş merkezinin ortasındaki fıskiyeli süs havuzunu seyrederek yarısı dökülmüş ve soğumuş kahve içmenin yıllar sonra hatırlanmaya değer tarafını bulamıyorum. Anların o kıymetli çekmecelere girmeyi hak etmesi için çok acayip olmaları gerekmiyor aslında. En çok da bunu fark etmeye daha doğrusu bunu hatırlamaya ihtiyacım var sanırım. 




3 Mart 2022 Perşembe

Gece defteri

Bir yerde okumuş veya dinlemişim, keşke kaynağını da not etseymişim. Eski defterleri karıştırırken karşıma çıktı bu not :

"Yazmak varmakla eş değer değildir. Hatta çoğu zaman varmak değildir. Kişi uzaklara gitmelidir. Kendini terk etmelidir. Gece kadar uzaklaşmalıdır. Kendi gecesiyle yüzleşmelidir. Kendinin içinden karanlığa doğru yürümelidir."
Ağır, anlamlı sözler. Üzerinde yeniden düşüneceğim elbet. Sabah sabah  yağmur tıpırtısının çaydanlık fokurtusuna karıştığı anlarda hiç hesapta yokken pat diye önüme çıkmasının vardır elbet bir hikmeti.

Eski defterlere, eski yaralara senelerdir giyilmemiş ceketlerin ceplerine çok dikkatle yaklaşmak lazım aslında. Gömdüğünüz yeri unutmak için günlerce uğraştığınız bir ceset takılıverir parmaklarınıza. Bir konser bileti, artık kimsenin hatırlamadığı bir pizzacının peçetesi... Eski defterin arka sayfasına not edilmiş uçak saatleri... Vesaire vesaire. Ben şanslıyım ki benim bu sabahki kısmetime "kendini terk et, kendi gecenle yüzleş" diyen bir mesaj çıktı.

"Gecelere sor beni. Gün dediğin nerden bilir ki halimi?" diyor ya Sertab Erener. Bugün o şarkıya kulak vereyim biraz. Çayın suyu bitmiş, şimdi kahve zamanı.



1 Mart 2022 Salı

Umduğunu değil bulduğunu

 Yanılgı ve yenilgi birbiriyle uyumlu giyinen birlikte takılan, insanların onları karıştırmasından zevk alan iki kuzen gibi. Birinin olduğu yerde gözler öbürünü arıyor. Oysa her yenilgi bir yanılgının akabinde gerçekleşmiyor. Ya da şöyle diyelim bazı yanılgılar o kadar da kötü sonuçlar doğurmuyor. Kimi çok susarak, kimisi düşünmeden konuşarak, kimi köşe yastığı gibi yerinde sayarak, kimi at gözlüğüyle haldır huldur koşarak yapıyor en şahane hatalarını. Kimi her şeye gülüp geçtiği için yanılıyor, bir diğeri içine ata ata yeniliyor. O hatalar sayesinde eninde sonunda kendini buluyor. İnsan umduğunu değil bulduğunu sevmeli. Bulduğu yerde kendine iyi davranmalı. Çayının yanına sigara böreği kızartmalı. Yanılgılarını ve yenilgilerini ima eden laf sokmalarla kendi tatlı canını sıkmamalı. #yanılgı #yenilgi #kendineiyidavran

Görseldeki sanat eseri Başak Bugay'a ait. @basakbugay



25 Şubat 2022 Cuma

Güneş yerinde peki her şey yolunda mı?

 Ufukta batan güneşe doğru uzanan bomboş bir yol resmi düşüyor önüme. Güneşin battığını nereden çıkardım belki doğuyordur? Karıştırıyor muyuz bazen? Ya da önümüzdeki resme   aklımızdakine göre mi yorum yapıyoruz. O gün sol tarafımızdan kalkmışsak baktığımız bütün resimlerdeki   güneşler batık ,yollar çıkmaz mı ?   Bitiş ve başlangıç bu kadar yakın mı yani? Bitti, kapandı, geçti, söndü, öldü, kurudu, silindi derken biz... Meğer bir şeyler yeni mi başlıyor? Uzun yıllar, uzun yollar illa ki yeni başlangıçlar için mi sarf ediliyor? Son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir duyguyu, yıpratan bir hevesi, saçmasapan bir korkuyu, sebepsiz çekingenliği bitirmek, batırmak, gömmek, üstünü örtmek de çok çok emek gerektirmiyor mu?

"Yeniden başlamak lazım" diyor ya Şebnem Ferah. Bangır bangır gürül gürül. Bitirmek de bitirebilmek de en az onun kadar sağlam bir şarkıyı hak etmiyor mu? 






21 Şubat 2022 Pazartesi

Nereye de koydum montumu acaba?

 

Kaybettiğiniz somut bir şeyi yazın dedi hoca. Vallahi efsane bir hikayem var ama kaybetme konusuna mı girer unutmaya mı emin değilim. En büyük salaklıklarım all star listesine rahatça koyabilirim. Söz konusu obje, kendisinden bir daha haber alınamayan eşya: çok sevgili bir mont.
Kahramanımız bir orta boy bavul, bir sırt çantası ve bir adet büyükçe kol çantası ile havaalanına giriş yapar. Check in yapıp bavuldan kurtulur. Uçağının kalkmasına saatler vardır. Yolculuk Londra'yadır ve kızımızın içi kıpır kıpırdır. Keyfi çok yerindedir. Bir kafede oturur. Biraz kitap okur, biraz yazı yazar. Hesabı ödeyip uçağının kalkacağı kapıya yürürken yolda WC tabelası görür. Yaklaşık dört saat sürecek bir hava yolculuğuna boş bir mesaneyle başlamak gibisi yoktur. Kızımız çişini memlekette bırakır. Uçağa binip - her zamanki gibi koridor tarafında olan- koltuğuna oturur. Sırt çantasını yukarıdaki bölmeye, kitabını önündeki file göze yerleştirip cam tarafındaki koltuğa gelecek kişiyi merakla beklemeye başlar. Genç bir kadın gelir. Sorry morry diyerek yerini alır. Birazdan da uçak kalkışa geçer. Uçak burnu havaya dikili vaziyette, mavilikleri yara yara yükselirken kadın ortadaki boş koltuğa kucağında tutmakta olduğu mantosunu koyar. Manto mu? Hımm? Kızın gözleri mantoya takılır. Adeta dalar gider. O kadar uzun süre bakakalmıştır ki, cam kenarı komşusu "May I?" filan der. "Hayırdır, mantom sizi rahatsız mı etti?" demektedir aslında. Ve aslında olan şudur: Kızımız kendi yalnız ve güzel mantosunu düşünmektedir. Az önce terk ettikleri havaalanının tuvalet kabinlerinden birinin kapı arkasında asılı bırakılmış canım manto. Sırtı ürperir, gözleri dolar. Soğuk bir Ekim gününde Londra'ya indiklerinde  termometreler İstanbul’un on derece altını göstermektedir. Hayatında ilk kez İngiltere'de çevresindeki İngilizlerden daha az giyiniktir. Herkes mi pofuduk montlu, kürklü peluşlu olur, pes! Bavuluna kavuşmak da para etmez zira içindeki en kalın parça polar bir svetşörttür. Sarılır ona. Şehir merkezine gidecek otobüsün kalkmasını beklerken sırada tir tir titrer. Otobüs yolculuğu kırk dakika filan sürer. Üşümekten mi stresten mi bilinmez, midesi bulanır. İnmeden beş dakika önce elindeki boş poşete kusar. Bavulu, sırt çantası ve devasa kol çantası ile gördüğü ilk H&M'e girer ve çok güzel yeşil bir mont alır. Daha mağazadan çıkmadan kürklü kapşonunu kafasına geçirir. Memlekette bıraktığı montunu hiç unutmaz. İki hafta sonra aynı havaalanına döndüğünde kayıp eşya bürolarına sorar soruşturur ama bir sonuç alamaz. Mont kim bilir kimin eline geçmiştir, hatta kim bilir hangi ülkededir.

14 Şubat 2022 Pazartesi

Parkta

 

Bir e-dergiye gönderdim bu kısa öykümü. Belli kriterler vardı: Dolunaylı bir gece, taksiye binilecek veya inilecek, sevgiyi beklerken teması olacak, "not kağıdı" ve "gözlük" kelimeleri öykünün bir yerinde illa ki geçecek. "Taksi", "şoför" ve "dolunay" kelimeleri geçmeyecek. Uygun bulunmadı benim öykü. Baktım dergiye hakikaten benimkinden üç dört gömlek üstün şeyler yayınlananlar. İçim rahat yani. Olsun ben seviyorum yazdıklarımı. Daha iyisini yapabilirim, yazmaya devam... 

PARKTA

- Araban nerede?
- Arabam yok.
- Nasıl yani, Şubat ayının en güzel gecesinde, ay gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi parlarken evde mi oturacağız?
- Yoo ben öyle bir şey demedim. İstanbul'un bütün sarı ticari araçları bizim.
- Sen yokken buralar çok değişti bebeğim. Sarı ticarilerin direksiyonlarının başında, isteklerini emir telakki eden o eski kibar adamlar yok artık. Geçen gün bindiğimde "Abbasağa Parkı'na" dedim. Ofladı pufladı, "ablacım şuradan yokuş aşağı rahat on dakikada yürürsün" dedi. Gözlüğüm buğulanmıştı, adamın yüzünü tam  seçemediğim için şaka yapıyor sandım. Baktım hareket etmiyor, söylene söylene indim. Plakasını alacaktım ama not kağıtlarımın hepsini masamda unutmuşum.
- Sen hala Abbasağa Parkı'na mı gidiyorsun? Bitmedi mi o hikaye?
- Bitmedi. Bitiremiyorum.
- İki sene önce o parkta otururken "arabayı kötü yere bıraktım, bir gidip bakayım" diyerek hayatından çıkan o adamı nasıl oluyor da hala bitirmiyorsun , anlayamıyorum.
- Bitiren değil bekleyen olmayı yeğliyorum diyelim. Öteki türlüsü daha çok canımı yakıyor. Vazgeçilmiş hatta kullanılmış olduğumu kabullenmek istemiyorum. Onun da sık sık o parka gittiğini ve  umutsuzca beni aradığını hayal etmek hoşuma gidiyor.
- Peki ablacım. Anlaşılan bu akşam da yolumuz Abbasağa'dan geçecek. Çılgınca kutlayalım tamam mı? Sevgililer günümüz kutlu olsun!

12 Şubat 2022 Cumartesi

Pera Müzesi

 Niyet ettim kendi rızamla Beyoğlu'na gitmeye. Bindim otobüse uydum güneşe. Camların ardından içimi ısıtan malum sarışın, Taksim meydanında yüzüme bakmadı. Kim bilir nerelerden gelip nerelere esmekte olan hoyrat rüzgarlar dondurdu da her yerimi bir gıdım içi sızlamadı zalım güneşin. Buluşmaya gelmedi de fotoğrafını gönderdi gibi oldu. Görüntü var idi evet ama santigratı yoğudu. Üşümekten beynim büzüşmüştü. Şive esprileriyle sempatiklik peşine düşmemden belliydi. 


Peki benim derdim neydi de gittim İstiklal Caddesi'ne? Bir nebze olsun yurt dışı deneyimi yaşamak için mi? Zira orası artık çevrenizde asgari seviyede Türkçe duyabileceğiniz bir yer. Sanki hepsi aynı siyah veya gri montu giymiş tipsiz erkek kalabalığı. Yalan söylemeyeyim, tipsizlerin bazıları kadındı. Bunu yazan da sanırsın Burcu Esmersoy.

Neyse efenim, niyetim ciddiydi. İyi niyetliydim. Çok da akıllıydım, kuntiz bir plan yapmıştım. Pera Müzesi'ne cuma günleri akşam 18:00'den sonra girişler ücretsiz. Nasıl? Evet, çıkışlar da ücretsiz. Dedim ki, saat 16:00 gibi Beyoğlu'nda olayım. Hoş bir yerde bir kahve, ufak bir hoşluk bir minik tatlı eşliğinde kitap okuyayım. Birinci sorun şuydu ki bir takım hesaplama ve tahmin hataları sebebiyle 15:00 gibi intikal ettim İstiklal'e. İkinci ve daha büyük sorun - Instagramda Paris ve özellikle Saint Germain kafeleri ve sokakları ile ilgili çok fazla hesap takip ediyor olmamın etkisiyle sanırım - gönlüme göre bir mekan bulamamamdı. Korona, kapalı yer, kalabalık, soğuk, nargile, loş, zevksiz diye burun kıvırarak dolandım durdum. Sonra yorgunluk ve bezginliğimin zirveyi gördüğü anda basiret denen şeyimin de bağlanmasıyla bir mekana demir attım. Camı kapısı kapalı, ufacık bir kafeydi ve her masasında üçer dörder kişi vardı. Bonus olarak bir de toraman bir kedi vardı içeride ki , onu söylemiyorum bile. Ben nasıl üşümüş ve yorulmuşsam, bir de tabi kendime çok kızmıştım. Akılsız kafamın derdini çekmekte olan bedenim mağdur konumundaydı resmen. Belki de ceza olsun diye kendimi oraya oturttum. Şekerim mi düşmüştü acaba, ne kadar saçma sapan konuşuyordum, kendim kendimi anlamakta zorlanıyordum. (Allah bu satırları okuyanın yardımcısı olsun.) 


Bir sütlü amerikano ile yanına irice bir bilye büyüklüğünde bir hurma topu sipariş ettim. Kitabımı çıkarttım. O kitap okunacak! Taşımışım o kadar ayol. Hurma topum hemen bitmesin diye elimden geleni yaptım. Evde temizlik yapmaktan cam silip perde takmaktan annesine yazdığı şiiri okuma fırsatı bir türlü bulamayan bir kızın hikayesini okudum. Hikayenin ortasında hurma bitmişti. Maalesef her güzel şeyin bir sonu var. "Yazarın da hayal dünyası amma genişmiş." diye dudak büküp sıradaki öyküye geçmeden bir de ince bellide çay söyledim kendime. Bergamotlu çayıma eşlik eden hikaye ise her gece otogara gidip bineceği otobüsü bir türlü yakalayamayan bir adamdan bahsediyordu.


Pera Müzesi'ne ücretsiz girişin başlamasına on beş dakika vardı. Popüler Kültürde Bizans diye bir sergi gezecektim hem de beş kuruş vermeden. Aklımla gurur duydum. İyi biliyordum paramın hesabını. Hesap istedim. Bir çay bir kahve ve bir kaç ısırık hurmaya 55 (yazı ile elli beş) lira dediler. Onlar öyle deyince ben de verdim tabi. Olay çıkaracak halim yok. Elegan bir insandım sonuçta, birazdan beremi fuları takıp sergi gezecektim. Paris'te de olsam böyle yapardım. 

9 Şubat 2022 Çarşamba

Galataport

 

Galataport Kahve Dünyası’nın balkonundan merhaba. Topkapı Sarayı ve Ayasofya elimi uzatsam dokunabileceğim mesafede sanki. Parçalı bulutlu bir gökyüzü. Güneş bulduğu aralıklardan gönderiyor demet demet ışığını. Yine martı bağrışmaları ama beraberinde o çığlıklara çok yakışan vapur düdükleri. Boğazın şu an yeşile bakan gri sularının kıyıya çarparken çıkardığı ses. İncecik bir gümüş tel gibi parlayan ufuk çizgisi. Kadıköy tarafında uzun boyunlarını havaya kaldırmış, kuvvetli bacaklarının üzerinde dikilen heybetli vinçler. Ve yaşasın! Üzerimizdeki bulutların iki yana açılmasıyla bir anda bizi her yanımızdan kucaklayan güneş. Uysal dalgacıkların bir dansözün simli kolları gibi ahenkle alçalıp yükselmesi. Suyun kıvrılıp bükülmesi. Bir prensesin ipek yorganının altında sağından soluna dönmesi. İnsanı hipnotize eden bir devinim.

Muhteşem bir an. Bütün yazarların, eli kalem tutanların olmak isteyeceği bir masadayım. Şükür doluyum. Hakkını verememek endişesi hep var. Burada oturan bir Seray Şahiner, bir Orhan Pamuk, Haldun Taner, Sabahattin Ali, ne bileyim bir Selçuk Altun  olsaydı kim bilir neler yazar nasıl anlatırdı. Az önce gördüğüm tipsiz sokak kedisinin kuşların peşinde sarf ettiği beyhude çabayı bile koyarlardı satırlarının arasına. Yine güneş gösterdi yüzünü. Milyon tane küçük  ayna serpildi sanki suya.

Sağımdaki solumdaki masalara insanlar yerleşmeye başladı. Birine Amerikalı bir arkadaşlarını getirdi iki Türk. Fotoğraflar çektiler şevkle, gururla. Öbürüne bir kız oturdu. Dert küpü. Telefonda birilerine birilerini şikayet ediyor. Burnunu çekip duruyor. Sigarasını çakmağını çıkardı. Telefondakine laf yetiştirmeye ara verebilirse yakacak da tüttürecek. Hasta, asabi ve nikotin bağımlısı bu kız beni geriyor. Canım sıkıldı. Bu sümüklü sünepe şey nasıl da keyfimin içine ediyor. Kahvesi küçük boy. Dilerim bitirince defolur gider. Vazgeçtim gitmesini beklemekten. Koskoca terasta mecbur değilim onun muşmula yüzüne, burun çekiş sesine ve sigara dumanına.

Masa değiştirdim. Şimdi Çamlıca Kulesi’ne ve Boğaz Köprüsü’ne bakıyorum. Kuleyi görmek beni neşelendirmiyor. Ev aklıma geliyor. Güneş Çamlıca Kulesi’nin eteklerindeki bir bina yığınına vuruyor. Oradaki sokak aralarında oynayan çocukların sırtları ısınıyordur belki. Belki bir kadın cam siliyordur. Evin beyi  kimsenin geçmediği sokağı seyrediyordur balkondan.

Sümüklü muşmula mekanı terk etti. Benim de kahvem biteli çok oldu. Suyumu tüketiyorum yavaş yavaş. Serinledi birden hava. Sokakta oynayan çocuklar üşüyecek. Bir yük gemisi geçiyor açıktan, rengi gül kurusu. Belli ki gençliğinde kıpkırmızıydı. O kadar yük o kadar yol kimi soldurmaz ki? Kalkmaya karar verdim. Bir dahaki sefere daha erken gelmeye çalışacağım. Martıları, vapur düdüklerini ve dalgaları daha çok dinlemek için.

8 Şubat 2022 Salı

Pazar

"Umarım hastalanmam" diye geçirdi içinden. Kim bilir pazara girdiğinden beri kaç defadır aynı şeyi tekrarlıyordu. Annesinin tarif ettiği tezgahın başındaydı işte. Giyilmiş kıyafetlerden bir yığını iştahla ve korkusuzca karıştıran kadınlara baktı. Topçuklanmış kazaklara, tuhaf modelli kot pantolonlara, ne renk olduğu anlaşılmayan erkek ceketlerine uzaktan göz gezdirdi. Pazarcı kadın maskesini çenesinin altına indirmiş, dudaklarının arasına kıstırdığı sigarasını içerken bir yandan da altta kalan tüllü pullu abiye elbiseleri müşterilerin görebileceği şekilde giysi yığınının üstlerine atıyordu. Tezgahın başı iyice kalabalıklaştı. "Umarım hastalanmam" dedi yine içinden. Çantasından kolonyasını çıkarıp ellerine bol bol sıktı. Mandalina kokusunu içine çekti. Zaten sımsıkı toplanmış olan at kuyruğunu biraz daha çekiştirdi. Maskesini burnuna iyice sıkıladı. Cesaretini toplayıp tezgaha sokuldu. Pazarcı kadına kendini duyurmayı başardı. Elindeki poşetteki beyaz kaşe kabanı gösterdi. Pazarcı, kabanın içini dışını inceledi. "Taş gibi valla, abla sen bunu hiç kullanmadın mı? Hiç lekesiz bu, bembeyaz."

Pazarın alt katındaki balıkçılar balık kafalarını çöpe çıkarmıştı, üçerli beşerli gruplar halinde yükselip alçalan martı gruplarının yaygarası kafa şişiriyordu. Sesini işitsin diye kadın iyice yaklaştı pazarcıya. Sigara veya ter kokusu alacağını sanıyordu. Burnunun dibindeki gri kıvırcık saçlardan tanıdık bir  mandalina kokusu geldi. Gülümsedi kadın maskesinin altından. "Ben" dedi "çok temiz kullandım... pandemide çok kilo aldım, olmuyor artık... o yüzden..."
"Para veremem, tezgahtan bir şeyler beğen" dedi mandalina kokulu pazarcı. "Umarım hastalanmam" dedi kadın. "Bir şey olmaz korkma" dedi başka bir müşteriye para üstü uzatırken.

Kadın ilkin eline kırk iki beden leopar desenli bir etek aldı. Sonra beli lastikli bol paça bir siyah pantolon girdi radarına. Üzerinde kitap okuyan ayıcık resmi olan gri bir svetşört gördü tezgahın öbür ucunda. Ayıcıklı svetşörtü kendisine atması için birilerine seslendi. Maskesi burnunun altına indi. At kuyruğu gevşedi. Hatta yüzüne bir iki tutam saç düştü. Beyaz kabanını ve üzerine biraz daha para verip leopar eteği, pantolonu ve ayılı svetşörtü aldı. Pazarcı aldıklarını, mantosunu getirdiği poşete tıkıştırıp eline verdi. "Haftaya çok güzel ihraç fazlası sıfır penyeler gelecek abla" dedi. "Gelirim" dedi kadın. Çantasından kolonyasını çıkardı. Biraz kendine sıktı biraz pazarcıya.

Elindeki poşeti sallaya sallaya alt kata indi.  O sırada martının biri ağzındaki balık parçasıyla havalandı. "Umarım hastalanmam" diye geçirdi kadın yine içinden. "Yok yaa bir şey olmaz" diye rahatlattı bu sefer kendini. Bu kısa sohbeti kimse duymadı. Geride kalan martılar boş gagalarını havaya dikip uzun bağırdılar. 

Yağmur

 

Ütü masasını camın dibine yanaştırdım. Tül perdeyi açtım. Yağmur yağıyor. İnce ince ama ısrarlı bir şekilde. Niyetim üç beş satır bir şeyler yazmak. Odamın kapısını da kapadım ama salondaki televizyonu da annemin telefon konuşmalarını da gayet net duyuyorum. Müzik açıp kulaklık takmayı düşünüyorum ama bunu daha önce bir kaç kez  denediğimde şöyle bir şey olmuştu: Dinlediğim müzik beni yönlendirmişti. Klasik müzik, Bach filan dinlerken Jane Austen, klasik Türk müziği kulağımdayken Reşat Nuri Güntekin taklidi yapıyordum. "Çok bedbahtım, malumatım yok" gibi laflar edesim geliyordu. Jazz dinlersem de kendimi kafede sanıp çayın kahvenin derdine düşüyordum. "Ne içsem... Evde süt var mıydı?" derken yine muhteşem bir edebi eser ortaya koymaktan uzaklaşıyordum. İşte tüm bunları düşünüp üç saatlik bir yağmur sesi kaydı taktım kulağıma. Yağmur yağıyor şimdi gözlerime, kulaklarıma, defterimin sayfalarına. Alışık değilim gün ortasında annemi mutfakta çalışırken bırakıp odaya kapanmaya. Yazarlık taklidi yapıp, yazarcılık oynayıp işten güçten kaytarıyorum adeta.


İki martı geldi kondu şimdi karşı çatıya. Bir hikaye yazmam lazım. Karakteriniz bir hayvana benzesin dedi hoca. Benimki martı olacak sanki. Her türlü pisliğe girip çıkıp bembeyaz kalmayı başaran, yaşlansa da genç görünen, saçlarını hep geriye tarayan, konuşurken gülerken sesinin tonunu ayarlayamayan biri. Bir adam veya bir kadın... Annecim sık dişini, kızın yağmur dinleyip martı izliyor. Hakkımızda hayırlısı.

28 Ocak 2022 Cuma

Bardak

 

Bir bardağın kimlik bunalımını en yoğun şekilde yaşadığı  an, kendisine vazo muamelesi yapıldığı gündür diyebilirim. Yarı belime kadar doldurdukları suyu bir dikişte içeceklerini sanmıştım. Kebapçı açılışına gelen çelenkten yoldukları kısa saplı kırmızı bir karanfili daldırdılar o suya. Zavallı çiçek, üzerine sinen soğan kokusunun utancıyla yorgun başını omzuma yasladı. Yapraklarının inceliğine, insanların hoyratlığına ve bu iki gerçeğin  hayatta aynı anda var olabilmesine  şaşırmıştım. 

 



22 Ocak 2022 Cumartesi

Zemzem Towers

 Mandalina kabuklarını birbirimizin gözüne sıktığımız yıllardı. On yaşında bile değildik. Ananemin evinde bahçeden gelip sobada ısınmaya çalışırken çorapların tabanlarını sobaya yapıştırmıştık. Küçücük, hemen hemen seccade kadar bir halı vardı sobanın yanında. Ananem, dedesinin hacdan gelirken getirdiğini söylerdi. Ananemin dedesi zamanında Yunanistan'dan kalkıp Arabistan'a hacca gitmek nasıl büyük bir maceraydı kim bilir. Uçak yok, Zemzem Towers yok. Telefonu bırak, haberleşme genel olarak neredeyse yok. Aylar sürüyordur heralde gidip dönmek. Dönmemek de ihtimaller arasında.

Geçen gün saçma sapan bir şey ararken karşıma hac hediyeleri dükkanı çıktı. Arabistan'dan dönüşte Eminönü'ne uğrayıp alınıyor heralde artık hediyeler. Keşke ananemin dedesinin halısı bugün burada olsa. Ağzımda on dakikadır dolaştırıp yutamadığım sakız gibi bir hurmayla bunları düşünüyorum. Allah kabul etsin. 



Huniler Hunilerimiz

 Koltuk da çok rahat dedi sırıtarak. Kalkmaya hiç niyeti yok. Önündeki cam sehpanın üzerinde iki üç sene öncesinin kadın dergileri duruyor. En kalınlarından birini almış eline. Hangi sayfada ne yorum yapacağını biliyorum çünkü bu Suna Hanım'ın buraya ilk ziyareti değil. Birazdan "ay eskiler moda oldu yine, bu kalın topuklar benim genç kızlığımda da vardı" diyecek.

Eski kuaför dükkanım kimilerinin Kanyon'un arkası demeyi tercih ettiği Gültepe'deydi. Gül gibi takılıyordum ta ki sayısaldan üç beş bir şey tutturup üzerine de borç alıp Beşiktaş’a gelip Suna Hanım'ın sahibi olduğu apartmanın girişindeki dükkanı kiralayana kadar. Apartmanın ve doğal olarak dükkanın da mal sahibi olan Suna Hanım neredeyse her gün geliyor ve her defasında koltuk da çok rahatmış deyip yayılıyor. İki ay oldu, annem daha ayak basmadı yeni dükkana. Suna'ya her gün gelsin çaylar gitsin kahveler.

Eminönü'nden aldığım bidon şampuanı "markalı" boş şampuan şişelerine boşaltırken dikti gözlerini üzerime.

- Huni yok mu huni? Hunisiz olmaz o iş canım benim. Bak ziyan oldu yarısı. Paranın kıymetini bil kızım. Kolay mı kazanıyorsun. Milletin saçıyla tırnağıyla kılıyla tüyüyle sabahtan akşama kadar...


"Kolay değil tabi, kazandığımı da sana veriyorum Suna Hanım'cım" diyemedim.


- Çocuğu gönder, caddenin aşağısında bimilyoncu var. Onda var huni. Ben geçen gün kavanoz kapağı almaya gittim. Çok güzel boy boy huniler var.

- Tamam Suna Hanım. Gönderirim oğlanı. Sen bir şey istiyor musun, sana da alsın mı bir huni?

- Benim var yavrum, sağol.

- Sayende benim de olacak.

- Efendim? 

-Yok bir şey. 

Rustik Rıza

 Rustik Rıza kafasını dışarı çıkarmadan etrafı süzdü. Gömleğinin cebindeki küçük naylon tarakla bıyıklarını ve kaşlarını taradı. İkinci el mobilyalar sattığı dükkanının önündeki kaldırımı belediye kırıp yeniden yaptığından beri en ufak bir çilentide kapının içine su doluyordu. Yine yağacak gibiydi. Yorgancı Halil kapısının önündeki boncuk elyaf çuvalını içeri almıştı. Zaten hava durumunu kestirmenin en kestirme yolu Halil’in elyaf çuvalıydı.


Rıza sağdan soldan en çok da ebediyete intikal edenlerin ardından topladığı eşyaları satıyordu mahalle arasındaki bu küçük dükkanda. Zigonlar, sehpalar,plastik tabureler, sandalyeler, açılır kapanır formika masalar, tuhaf renklerde suni deri kaplı puflar, şifonyerler. Kitaplıklar, portmantolar, kadifesinin rengi solmuş tekli koltuklar. Rıza satmadan önce dükkana getirdiği her mobilyayı temizler ve parlatır. “Buna bir rustik cila vurduk mu sen bile tanıyamazsın bu dolabı” lafını günde birkaç kez eder.

Çocukları ve torunları İstanbul denmeyecek kadar uzaktaki havuzlu ve yüksek duvarlı sitelerde oturan yaşlı kadınları ve onların yabancı yardımcılarını pek sever Rustik. Site sakini çocukları anaları rahmetli olduktan sonra eşyalarından kurtulma işini genelde yardımcı kadınlara bırakırlar. O kadınların da genelde ismi Maya olur. Rustik Rıza kendi mıntıkasındaki Mayaları tanımaya ve kendini de onlara tanıtmaya özen gösterir.

6 Ocak 2022

Taş

 Evden çıktım. Parka kadar yürüdüm. Çantamdaki boş Nutella kavanozunu cam kumbarasına attım. Uzun zamandır neden sadece eşofman altı giyebildiğimin açıklaması gibi bir şey bu bitmiş Nutella kavanozu. Neyse. Parkın içinde iki tur yürüdüm. Minik yokuştan çıktım ve inişte merdivenleri kullandım. Sert sert basarak zıplaya zıplaya indim Barış Parkı’nın merdivenlerini. Tek tek bastım , bade süzdüm adeta. İnci dizmediğim kaldı bir tek. Gerekirse onu da yaparım. Sağ böbreğimden çıkmış ama idrar keseme ulaşmak için önünde uzun ince bir yolu olan bir taş söz konusu. İn işte taş kardeş, bekleme yapma. Napıyorsun orada acaba? Gitmek mi zor kalmak mı filan gibi derin klişelere mi takılıyorsun? Takılma. Hiç içmediğim kadar su içiyorum günlerdir. Akışa bırak kendini taş kardeş. Tünelin sonundaki ışığa inan.

(içinde “idrar kesesi” geçen bu  kıymetli yazımdan sonra şimdi de sizlerle “basur” şiirimi paylaşmak isterim… )

2 Ocak 2022