28 Kasım 2015 Cumartesi

Aylak Kızın Haftasonu Tavsiyeleri

Bazen hayat çok zor. Tıpkı bu haftasonu olduğu gibi. İnsanın canı evde pijamalarla miskinlik yapmak ,aynı zamanda yağmurda yürümek ve kitap okumak ve sinemaya gitmek ve ve ve bir sürü şey istiyor. 



Bu haftasonu AVM kuşluğu için uygun aslında. Zorlu'da  "moda filmleri festivali"  var. Film gösterimleri arasında sohbetler de oluyor. Festival uluslararası bir festival. Birçok ülkeden kısa filmler gösterilecek. Etkinliğin tamamının ücretsiz olması çok hoş. O değil de esas kahve ve sohbet molalarında tasarımcıları yakalayıp sorasım var: göbek ne zaman moda olacak, 38 bedenden sonra hayat var mı, annemin ceketi vintage sayılır mı...
Bu etkinlik esnasında yağmurdan ,soğuktan ,rüzgardan uzak kalabileceğiz. 

Bir diğer ücretsiz etkinlik de Kanyon'da. Bu haftasonu ( 28-29 Kasım) Kanyon'da canlı müzik var. Örneğin Cumartesi akşamı Mabel Matiz, pazar öğleden sonra Birsen Tezer çıkacak sahneye.
Bu etkinlik sırasında Kanyon'un meşhur esintisi saçlarımızı karıştıracak, soğuğu içimize işleyecek. 



İlaveten, haftasonu Karaköy'de Souq var. Pazar yani. El yapımı ürünler pazarı. Ama tabi yükselen değer Karaköy'ün pazarında nerdeyse her yerde gördüğünüz dandik ötesi deri bileklikleri veya tahta tepsileri bulacağınız endişesine kapılmayın. Şöyle söyleyeyim: kişiye özel tasarım motosikletler, retro çocuk kıyafetleri, vintage valizler, el yapımı lambalar, çokkk acayip takılar ağzınızı açık bırakacak. Yılbaşında hediye bütçeniz rahatsa, artık kupa veya atkıdan farklı bir objeye yönelebilmeniz için erken bir fırsat. 

İstanbul'da aylaklık yağmur çamur dinlemiyor. Yeter ki kişi aylaklığı tembellikle karıştırmasın. Yazar Jerome K. Jerome'un dediği gibi:
"Birçok tembel ve ağırkanlı insan olduğu doğru ama hakiki anlamda aylak nadir bulunur. Aylak kimse elleri cebinde tembellik yapan birisi değildir. Tam aksine aylak kimsenin en şaşırtıcı özelliği onun daima yoğun olmasıdır. " 

23 Kasım 2015 Pazartesi

Günlüğü 100 Dolar'dan Ölmeye Ölmeye Ölmeye Geldik

" Beşiktaş taraftarlarının İnönü Stadı'nda kale arkası eski açık tribününde kendilerini gösteren Çarşı grubunun oluşturduğu Asya Kartalları'nın amigoları Azerbaycan'ın Qabala kulübüne transfer olmuş. On beş Asya Kartalı, Azeri Qabala seyircilerine tezahürat dersi veriyormuş. Kulüp, transfer ettiği amigoların uçak biletlerini, konaklama, yeme, içme masraflarını karşılayıp ayrıca ceplerine günlük 100 Dolar harçlık koyuyormuş. Bu da yetmedi, evli amigoların eşlerinin ekstra uçak biletlerini de karşılıyormuş. Ayrıca, Qabala berabere kalır veya kazanırsa bizim amigolar prim de alıyormuş. " 

Bu haberi gazetenin spor sayfasında bir kaç gün önce okudum. Enteresan geldi. Geçtiğimiz Ekim ayında bir haftasonu Londra'da Fikir Savaşları diye bir tartışma etkinliği yapılmıştı. " Para sporu bozar mı" sorusu orda konuşulan başlıklardan biriydi. İnsanların spor yapması için tesis şart. Bu açıdan bakınca "parasız spor nasıl olacak ki zaten" diyesi geliyor insanın. 

Dudak uçuklatan transfer ücretleri, primler, teşvikler alan ama her kafa topunda da binlerce beyin hücresi zarar gören futbolcuları düşünüyorum. Cebinde üç kuruş para ,  sırtında dandik bir montla saatler öncesinden tribünleri dolduran taraftarlar aklıma geliyor sonra. Hangisinin daha sporsever olduğunu kestiremiyorum. 

Kendi Galatasaray taraftarlığımın ortaokulda Prekazi fotoğrafı toplamak düzeyinde kaldığını belirtmek isterim. Yani siz bu yazıyı okurken benim çok uzaklardan atıp tuttuğumu da biliniz. 

İşte bu ahval ve şerait içinde spor, para ve taraftarlığı kafamda oturtmaya çalışırken on beş tane Beşiktaş Çarşı grubu taraftarının para karşılığı gidip başka bir takıma amigoluk yapması bana abilikten çok "profesyonellik" gibi geldi. Kızmasınlar ama, cenazelerde para ile tutulup getirilen ağlayıcılardan farksız olduklarını düşünmeden edemiyorum. 

Bazı kafelerin ajanslardan düzgün tipli kızları , erkekleri getirip mekanın göz önündeki masalarına serpiştirdiğini duymuştum. Döner sandviç karşılığı gittikleri mitinglerde kan ter içinde saatlerce dikilen kalabalıklar da buna benzer bir uygulama. 

Benim de bir fikrim var aslında. Düğünlere coşku katacak Almancı kuzen görünümlü delikanlılar veya dedikodu malzemesi yaratacak dozajında fingirdek iş arkadaşı görünümlü hoş hatunlar tedarik eden bir ajans düşünüyorum.



Bu iş nereye varır, hanımlar beyler? Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla diye bir laf vardı bir zamanlar. Ne oldu? Anlaşılan sanal alemden alışık olduğumuz fake hesaplar artık "gerçek" hayatta da karşımıza sık sık çıkacak. 

20 Kasım 2015 Cuma

Zorbalığa Hayır!


"Çekingen bir insan mutlu bir insan değildir. Yanlış anlaşılmak çekingenin kaderidir. Birçokları çekingen insanın utangaçlığını küstahlıkla karıştırır. 

Çekingen insan yalnız insandır. Yeryüzünde yaşar durur ama ona karışamaz. Diğerleriyle arasında hep bir bariyer vardır. Hoş sesleri görür, hoş sesleri duyar ama elini başka bir eli tutmak için karşıya uzatamaz. Olduğu yerden eğlenceli grupları izler ve onlarla konuşmak yakınlık kurmak ister. Ama onlar kaygısızca laklak ederken kendisini pas geçerler ve o da onları durduramaz. 

Çekingen insan orada dışlanmış gibi uzakta kendi başına bekliyordur. Ruhu sevgi ve özlem doludur ama dünya bunun farkında değildir. 

Çekingenliğin demir maskesi yüzünü perçinlemiştir ve arkasındaki insan görülemez. Dudaklarına arkadaş canlısı sözcükler ve candan selamlamalar gelir, ancak bunlar çelik kıskaçların arkasında duyulamayan fısıltılar haline gelip ölürler. 

Çekingenlik kesinlikle aptallığın bir belirtisi olmayıp yalnızca aşırı hassasiyet anlamına gelir. "

Yukarıdakilerin tamamı alıntı. Jerome K Jerome'un 1886'da yazdığı " Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler" isimli kitabından çekingenlik üzerine yazdıklarından bir bölüm. 

Çekingenlik her yaşta zor, ama çocukken hepten zordu. Çekingen bir çocuksan, dalga geçilme korkusuyla cevabını bildiğin halde öğretmenin sorularına parmak kaldırmazsın. Arkadaşların sana iyice gıcık olmasın diye yaptıkları aptalca hataları düzeltmezsin. Az ötede duran birilerine -nasıl olsa duymazlar diye- seslenmezsin.



Öğrencilik hayatım boyunca çekingendim. Üç beş yakın arkadaş edinenildim. Kantindeki eğlenceli grupları uzaktan izlerdim. Yakınlık kurmak istediğim pek çok kişi oldu ama yazarın dediği gibi suratımdaki o çekingenlik maskesi dilimin ucuna gelenleri söylememi hep engelledi. O yaşlar, ergenlerin kendini yanındakine ispatlamak için karşısındakini bozduğu senelerdi. 
Kırk yılın başında çekingenlik maskemi yırtıp aklımdaki espriyi cılız sesimle bir grupta paylaşmaya kalktığımda ise söylediğim müthiş komik cümleyi ancak en yakınımdaki duyar, gür bir şekilde gruba haykırırdı. Güldükleri lafın kime ait olduğunu sadece ikimiz bilirdik ve yanımdaki bunu kafaya takmazdı. 

Arkadaşlarımın çocukları arasında okula başladıktan sonra kekelemeye veya gece çişini altına kaçırmaya başlayanlar oldu. Çekingenlikten değil belki , konunun uzmanı değilim ama okulda canını sıkan birşey olduğunu tahmin ediyorum. Malesef bütün çocuklar birer iyilik perisi, nezaket ve sevecenlik muskası değiller. O küçük yaşlarına , o sevimli suratlarına uymayan, boylarını aşan bir zorbalık sergileyebiliyorlar. Okullarda akranlar arası yaşanan zorbalık bence ciddi bir konu. 

Zorbalık iki türlü olabiliyor; doğrudan ve dolaylı. Doğrudan zorbalık, vurma, tekmeleme, ısırma, çimdikleme gibi fiziksel saldırılar, çirkin yüz ifadeleri ve el kol hareketlerini kapsıyor. Öğretmenlerin veya anne babaların bunu tespit etmesi veya müdahale etmesi daha kolay. 

Dolaylı zorbalık ise çocuğun sosyal olarak yalnızlaştırılması, gruptan dışlanması gibi davranışları içeriyor. İsim takma, alay etme, küçük düşürme, gruptan dışlama dolaylı zorbalık örnekleri. Geçen yaz oturduğum kafeye üç liseli kız gelmişti. WhatsApp'tan kurdukları gruptan mesaj atıp ertesi günü kimsenin Eda ile konuşmaması için arkadaşlarını örgütlüyorlardı. Bunun tespiti ve giderilmesi daha karışık bir durum. 
Arkadaşlarına vuran , tekmeleyen çocuğa verilecek tepki çok net olabiliyor. Halbuki arkadaşlarına isim takan ,dalga geçen ,onları dışlayan yalnızlaştıran çocuklara verilen tepki olayın hangi semtte, hangi okulda, kimin çocuğuna karşı gerçekleştiğine göre değişebiliyor. Çekingen arkadaşlarının kalbini küçük düşürücü esprilerle kıran ergenlere yarının kendinden emin ,özgüveni tam ,girişken ,yarışkan ve vuruşkan büyükleri gözüyle bakılabiliyor. 

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü'ydü. Yaşama ve barınma hakları kadar eğitim hakları da kutsaldır çocukların. Gönül ister ki, dünya üzerinde  okula gitmeyen çocuk kalmasın.  Okullarda doğrudan veya dolaylı zorbalığa göz yummamak ise biz  büyüklerin görevi diye düşünüyorum. 

19 Kasım 2015 Perşembe

Vurur Yüze İfadesi, Tarifi Burda Bitanesi

Starbucks'larda veya daha minnoş , duvarları tuğla , yerleri çini desenli kafelerde içtiğimiz americano , cappuccino, latte, macchiato, flatwhite, cortado'ların hepsi espresso bazlı kahveler olarak geçiyor. Yani bir ( veya bazen isteğe göre 2) shot espressonun üzerine su/ süt/ süt köpüğü/ krema'nın değişik miktarlarda ilavesiyle isimleri birbirinden alengirli içecekler çıkıyor ortaya. Ama çıkış noktası hep aynı; espresso. Espresso denilen de 30 ml sıcak suyun 7 gr sıkıştırılmış kahveden 25-30 saniyelik bir süre içersinde geçirilmesiyle hazırlanıyor. 
Yani duruma gore 10-15 TL'ye içtiğimiz kahvede epi topu 7 gram " kahve" var.



Geçen hafta dikkatimi çeken kafelerden biri Beşiktaş'ta açılan " 7 gr Coffee" bu gerçeği yüzümüze vurur gibi. ( vurur yüze ifaaadesi... diye başlamayacağım korkmayın. Ama bu cümlenin sayesinde bu yazı daha çok kişi tarafından okunacak :) )

Bence tarifi bu kadar basit ve ortada olan birşeyin kimi yerlerde tadının berbat olabilmesi ve yine kimi mekanlarda bağımlılığa yol açması bu işin içinde rakamlardan daha fazlasının olduğunu gösteriyor. 
İlgi, sevgi, merak, emek olabilir mi?

Sayılarla kafa bulan bir diğer kafe ismi: 60 Beans
Topağacı'nda rastladım. Çok merak ediyorum burayı ama bir ay düzenli spor yaparsam 60 Beans Cafe'de bir kahve ödülüm var kendime. Henüz parmağımı oynatmadığımı göz önünde bulundurursak ben daha çok önünden geçerim bu kafenin. 


Beethoven'ın günlük ritüellerini anlatan bir yazıyı okurken adamın kahve alışkanlığı beni dumura uğratmıştı. Mükemmel bir kahvenin ancak ve ancak 60 adet kahve çekirdeğiyle hazırlanabileceği konusunda o kadar sabit fikirliymiş ki ünlü müzik adamı, işi gücü besteyi güfteyi bırakır oturur kahve çekirdeklerini bizzat sayarmış. Ne eksik, ne fazla, 60 adet olacak. İçeceği kahve konusunda bu kadar titizlenen nevi şahsına münhasır zaat, sanmayın ki mutfakta harikalar yaratırmış. Tam tersi, o kadar beceriksizmiş ki, bir sebeple tartışıp kovduğu hizmetçisini aynı günün öğleden sonrasında yeniden işe başlatmış. İki yumurta kıramamış sanırım. 
Günümüzde Beethoven'ın yaptığı gibi 60 çekirdekle kahve hazırlayıp epey sert bulanlar olmuş. Yani beyler, adam Beethoven. Ne bekliyordunuz?

Nişantaşı'nda iki tur atıp gördüklerimi yazmışım gibi olacak ama isminde sayı olan, mutfak sırlarından birini direk tabelaya koyan bir başka mekan da Topağacı'ndaki pizzacı: 400 C
Odun fırınında pizzaları pişirdikleri sıcaklığı tabelada bizimle paylaşmışlar. 

Rakamlar, formüller, reçeteler, tarifler bir yana yeme içme işinde nacizane gözlemim şudur ki; at gözlüğü takmayan, müşterisinin nabzını iyi tutan, trendleri takip eden, sadece şimdiyle ilgilenmeyip yarına da kafa yoran, okuyan, takip eden, merakını dizginlemeyen, araştıran, deneyen ve bunu yaparken biz müşterileri kasmayan, aptal yerine koymayan işletmeler kazanıyor. 

Olay sadece Instagram'da hesap açmak, bloggerları ağırlayıp sanal ortamlarda şanını yürütmek değil. Kendi hardalını, mayonezini, dondurmasını, turşusunu kendisi yapan yer de var, amerikan salatasını BİM'den alan da. ( BİM'le problemim yok, yanlış anlaşılmasın) Duruşuyla tavrıyla kendisinin bir tık yukarıda olduğunu iddia eden işletme, mikrodalgada ısıttığı yemeğin yanına bir dal rosemary (biberiye) ekleyip #gurmelikbizimişimiz demeyecek. Müşterisinin görgü, bilgi ve birikimini hafife almayacak. 

Bütün rakamlardan, tabelalardan, tariflerden, mekana gelen "ünlü"lerin fotoğraflarıyla süslü sosyal medya hesaplarından, hepsinden daha önemlisi bu:
Merak, emek, ilgi, sevgi, saygı. 

15 Kasım 2015 Pazar

Senin Annen Bir Melekti Yavrum


  Yakın arkadaşlarım arasında değişik sayı ve ebatlarda çocuğu olan anneler var. O sümüklü boklu veletler büyüyüp de analarına trip atmaya kalkarlarsa okusunlar diye buraya bazı gözlemlerimi yazıyorum . 

  Bakın prensesler, yakışıklılar, siz "su"ya  "bu" derken anneniz bunları yaşıyordu. 

1) Çocukla cumartesi günü bahçede çiçek dikersin. Aklın ya Nişantaşı'nda buluşan kız arkadaşlarında kalır ya da Pazartesi  yapılacak toplantı öncesi bakmak istediğin eski maillerde. 





2) İş çıkışına gelen kankayla bir kahve-kek veya peynir-şarap kaçamağı yaparken çocuğun ve kocanın yemi suyu tam mıydı diye düşünmekten lokmalar boğazına dizilir. 

3) Sanat fuarına çocukla gidersin, bir saat sonra uykusu ve kakası gelir. Millet çıkışta Karaköy'e Jamaika kahvesi içmeye geçerken sen çocuğa köfte yedirecek - aile salonlu- sıfır ambiyans mekan arayışına girersin. 

4) Herkes bir takım filmlerden, konserlerden, eventlerden bahseder. Seninse için dışın Pepe, Dora, Winx olmuştur. Muhabbeti yakalayamazsın frekansa giremezsin. Partideki tek ayık insan gibi mal müdürüne bağlarsın. 

5) Çocuğu uyuturken yanında sızmaktan günler ve gecelerce yüzünü görmediğin kocanla başbaşa takılmak için çocuğu haftasonu ananeye veya babaneye bırakırsın. Koskoca bir paket çikolatayı bitirmiş, kahveye başlamış, yarım paket ciklet çiğnemiş olarak geri alırsın. Koltuk tepelerinde zıplamaktan sucuk gibi terlemiştir ve hafta içinde terbiye ve disiplinle işlediğin çocukla alakası yoktur. 

6) Yurt dışından gelen müdürleri yemeğe götüreceğin akşam, mesaiye kalması için günler öncesinden ikna ettiğin bakıcının evinde mutfak borusu patlar. Bir yandan adamları otelden alan taksiciye telefonda restoranın yerini tarif eder, öte yandan halayı teyzeyi durumdan haberdar edip yardım istersin. 

7) İşten geldikten sonra sitenin bahçesinde iki tur koşmaya karar verirsin, evden "gelirken yoğurt ve yumurta al " derler. Sırtında donan terin, elinde market poşetiyle asansöre binmişken telefona mesaj gelir: "Çocuğun okulundan oyun hamuru ve iki düzine mandal istemişler" 

  Özet olarak, çocuk-patron-koca üçlüsü  aynı anda asla memnun olmaz. Edebiliyorsa annede kayış kopmuştur. 
  Öperim ellerinden ,yanaklarından bütün annişkoların. 

11 Kasım 2015 Çarşamba

Hayat Denen Bu Yolda Yürürken Adım Adım


Nedense sağlık denildiğinde hep bedenimiz aklımıza geliyor. Koruyucu tıp tanımı ile ilgili örnekleri de hep, elle tutulur gözle görülür hastalıklarla selamlaşmadan yola devam edebilmek için yapmamız gerekenler diye düşünüyoruz.  Sigarayı bırakma programları, memografiler, kolesterole yakın takip, diyetisyen randevuları, güneş kremleri, prezervatifler...

Halbuki en az bedenimiz kadar düşünmemiz gereken bir de akıl ve ruh sağlığımız var. Değişen ve zorlaşan hayat koşulları, kalabalıklar içinde yalnızlaşan , sarılmaya güvenmeye korkan insanlar yaptı hepimizi. Stresle başa çıkmanın yolunu bulamayanlar er geç dağılıyor. Sonra da dağılan parçalarını anti depresanlarla ve terapilerle toplamaya çalışıyor. Tanıdığım bir çok kişi ise artık bazı parçalarının nerede olduğunu bilemeyecek, varlığını unutacak kadar dağılmış durumda. 

Tıp dünyasında günümüzde tedavi edicilik kadar -hatta daha fazla -koruyucu uygulamalar önem kazanmış durumda. Yani önemli olan hastalıklar oluşmadan gereken tedbirleri alabilmek ve sağlığı koruyabilmek.Önümüzdeki yıllarda ruh sağlığında koruyucu uygulamaların daha çok konuşulacağı, ön plana çıkarılacağı tahmin ediliyor.


Choose happiness 


Geçen Eylül ayında Dalai Lama Londra'da 8 haftalık bir kursun açılışını yaptı. Kursun İngilizce adı: Exploring What Matters. "Gerçekten Neyin Önemli Olduğunu Keşfetmek" diye çevirsem kimse itiraz etmez heralde. Kursu, "action for happiness" isimli 160 ülkede 58 binden fazla üyesi olan bir organizasyon düzenliyor. ( anladığım kadarıyla henüz bizden kimse happiness için action almamış, en yakın İran ve Yunanistan'dan üyeleri var) 
Amaç, Budizm felsefesi , bilimsel veriler ve psikoterapi yöntemlerini kullanarak mutluluğun şifresini kırmak. 

Kurs süreleri bu kadar uzun  olmasa da İstanbul'da buna yakın bir okul var: The School of Life ( Hayat için iyi fikirler) 

Ruh sağlığı için bozulmadan önlem almak isteyen, stresten dağılma noktasına yaklaştığını hisseden ya da sırf  meraktan gelenler aşağıdaki kurslara katılabiliyor. Bunlar sadece bir kaç örnek. Daha bir sürü kurs var. 

Sakin kalmayı nasıl başarırız?
Nasıl daha iyi sohbet ederiz?
Kendimize karşı nasıl daha anlayışlı oluruz?
Kendine güven nasıl sağlanır?
Uyumlu bir romantik ilişki nasıl kurulur?
Nasıl karar veririz?
İş ve özel hayatı nasıl dengede tutarız?

Kendi deyimleriyle " katılımcıları akıllı ve iyi yaşama alternatiflerini keşfetmeye ve tartışmaya davet ediyorlar"
Üç saatiniz ve 45 Euro'nuz varsa, okulun internet sitesinden programa göz atabilirsiniz. http://www.theschooloflife.com/istanbul/

Değişiklik ve hoşluk olsun diye eşinize dostunuza kurs hediye edebilir, daha da güzeli arkadaşınız, partneriniz veya kardeşinizle yine yeni yeniden bir sinema+ yemek veya açık büfe brunch programı yapmak yerine bu kurslardan birine birlikte katılabilirsiniz. 

Yazı bitti. Bu kadar. Geri dönüp okuduğumda çok da parlak olmadığını düşündüm. Baştan bir kaç satır okuyup bırakacakmışsınız gibime geldi. O yüzden buraya kadar okuyup okumadığınızı anlamak için birşey soracağım şimdi: mutsuz hissettiğinizde kendinizi neşelendirmek için bir formülünüz var mı, nedir?

5 Kasım 2015 Perşembe

Gelecekten Haberler

Trenleri  ve trendleri kaçırmayın diye bildiriyorum. 

Bir kafeye gidip karamel machiato istediğinizi varsayın. Baristanın tezgahın üzerinden eğilip size şöyle dediğini düşünün: " Karamel machiatoyu heryerde içersiniz, ben size bizim "imza" içeceğimiz olan bir  vişneli espresso hazırlayayım. Bu mevsim, biliyorsunuz vişnenin en güzel zamanı. Üstelik kullandığımız Jamaika kahvesinin asiditesi de vişneyle çok uyumlu". Aklınızı çelmeyi başarabilir, öyle değil mi?

İmza içecekler, etrafımızı pıtır pıtır saran birbirinden özel olduğunu iddia eden kahve mekanlarının fark yaratmak adına ilerleyen günlerde önemsemeleri gereken bir durum olacak. İmza içecekler ( signature drinks) menülere daimi olarak girmeyip dönemsel olabilecek. Vişne, portakal, kestane zamanı gibi veya dönemin çok ilgi gören bir filmine, dizisine selam göndermek maksatlı. 

Birkaç hafta önce gittiğim İstanbul Kahve Festivali'nde çok kısa bir bölümünü izlediğim yarışmada baristanın biri jüriye narlı, böğürtlenli buna benzer bir espresso hazırladı, imza içecek olarak. Taze sıkılmış meyve suyunu enjektör yardımıyla espressoya ilave edip içtiler. 

Kahve mekanlarıyla ilgili beklenen bir diğer gelişme hibrit mekanlar. Gündüzle akşamı, kahveyle kokteyli aynı potada birleştirebilen, günün tamamına hitap edecek yerler olacak. Alkollü içecek de satan bir kafeden veya kahve de içebileceğiniz bir bardan daha fazlası kastediliyor. 

Kahveyle alkolün arkadaşlığı yeni değil. Onları ilk İsveçliler karıştırmış. Sanırım en meşhur alkollü kahve Irish Coffee'dir. Onun da mucidinin İrlanda'da bir havaalanında sorunlu yolcularla uğraşan bir adamcağız olduğu söyleniyor. Kahvelere azıcık viski eklemiş, iyi yapmış. Benim Kingston'da içmeye niyetlenip de sipariş edemediğim espresso martini de bir klasikmiş örneğin. 

Yakılmış portakal kabuğu ilavesiyle hazırlanan espresso, cold brew kahve ve zencefili birleştiren imza içecekler... Londra'nın "ben farklıyım" diyen kafelerinde içilmeye başlandı bile. 

Hepsi bir yana, 2014'te dünyanın en iyi barı seçilen Londra'da The Longhan Oteli'nin içindeki Artesian barda bulabileceğiniz " Death of A Hipster" kokteyli akıllara zarar! Cold brew kahve, yasemin, mürver çiçeği, tonik, portakal, bergamot ile hazırlanan, görüntüsü de en az adı kadar çarpıcı bir içecek. İçindeki meyveli ve floral tatları tek tek alabiliyorsunuz ve kahvenin onları nasıl dengelediğine hayran kalıyorsunuz.  



"Dünyanın en iyi barına gitmişim, alkolsüz kokteyl mi içerim" demeyin hemen. Bence siz beni dinleyin ve hatta hipster'lığın tarih oluşunu kutlayın Death of A Hipster ile. 
Yanlış duymadınız hipsterlık out. Hipster gitti, "Yuccie" geldi. ( Young Urban Creative) Tanım o kadar yeni ki, daha ne yer ne giyer , saçını sakalını ne yapar bilen yok. Ama medya ajansları "Yuccie"li  domain ve kullanıcı adlarını kapatmaya başlamış, kaçırmayın. 

Alın size amme hizmeti gibi yazı. Bu dördünü yapın, birşeyden eksik kalmayın:
* Kafelerde imza içecek sorun. Direk latte, kapuçino diye atlamayın. 
* Kahve ve alkolü şık bir şekilde birleştiren mekanlara ve kahveli kokteyllere ilgi gösterin. Trendden haberiniz yok sanmasınlar. 
* Londra'ya giderseniz şuralarda artistik kahveli kokteyller için: Artesian, Relax, Curators
* Sizden Yuccie olur mu, bunu bir değerlendirin. 

4 Kasım 2015 Çarşamba

Cinsel Kimliğini Sorgulayan Oyuncak Ayı

Bloomsbury Childrens Books yayınevinin basacağı "Introducing Teddy" nin yazarı Jess Walton'ın mutlu giden bir gey evliliği ve bir çocuğu varmış. Gey anne ve babaların çocuklarına okuyabilecekleri ,onlarınki gibi aileleri anlatan kitapların azlığından yola çıkarak yazmış Introducing Teddy'i. 

Thomas isimli bir oyuncak erkek ayının kız olmak ve ismini Tilly olarak değiştirmek isteyişini konu alan ama özünde "kendin olmak" ve " arkadaşlık" temalarını vurgulayan resimli bir çocuk kitabından bahsediyoruz. 

2016 başlarında raflarda yerini alacak bu kitabın haberini Londra metrosunda bedava dağıtılan tabloid bir gazetenin orta sayfasında gördüm. 2015 yılında genç yetişkinlerin  en çok okudukları arasında cinsiyet değişimi, cinsel kimlik arayışını konu alan kitaplardaki artışa dikkat çekiliyor. Bu konuların artık ana akıma dahil olduğunun altı çiziliyor. 



Metroyu kullanan milyonlarca vatandaşın ücretsiz bir şekilde elde ettiği , ineceği durağa kadar sayfalarını karıştırdığı ( ve çoğu insanın küçümsediği) gazete , ortadaki iki tam sayfasını bu çok özel kitaplara ayırmıştı:

This Book is Gay ( James Dawson)
All Of The Above ( James Dawson)
None Of The Above ( I. W, Gregorio)
What We Left Behind ( Robin Talley)
Becoming Drusilla ( Richard Beard)
The Art Of Being Normal ( Lisa Williamson)

Cinsel kimlikle ilgili konularda 18 yaş altı gençlere ve ailelerine psikolojik danışmanlık veren bir klinikte yönetici olan Lisa Williamson'ın kitabı The Art of Being Normal, açıksözlülüğü ve dürüstlüğü ile övgüler alıyor. Ailelerle yapılan görüşmelerde aldığı notları da kitapta paylaşan yazar, insanların trans çocuklarını anlama ve kabullenme konusunda epey yol katettiklerini söylüyor. Trans ergenler kitabı ailelerine hediye ederek, kendilerinin  neler yaşadığını anlamaları konusunda onlara yardımcı oluyor. 


...

Tüm bunları buraya neden taşıdığıma gelelim. Dikkatimi çeken şunlar oldu:
1) Ortalama bir ana akım gazetenin iki sayfasını kitap tanıtımına ayırması. 
2) Bahsedilen kitapların herhangi bir celebrity, Nobel ödüllü yazar veye Michelin yıldızlı şef tarafından yazılmış olmaması. 
3) Trans kişiler, gey evlilikler, gey aileler, cinsel kimliğin sorgulanması, cinsiyet değişimi konularının parmakla gösterilen sınırlı bir grubu değil, toplumun genelini ilgilendiriyor olması. Mainstream kabul edilmesi. 

Bunu medeniyet göstergesi olarak kabul edersiniz etmezsiniz , o size kalmış. Ama makarna , kömür, sandık, yandık, ölü yıkayıcı, döviz kuru konuşulmayan biryerlerde insanlar böyle şeyler okuyor, yazıyor, yaşıyor. Bilin istedim. 

3 Kasım 2015 Salı

Gündemin Keyfini Beklersek Ömür Biter / Meraklısına Kingston



Bıktım ulan aşkından ızdırabından. Bıktım kendi mutluluğumu, heyecanımı, keşiflerimi, korkularımı paylaşmak için sizin gündeminizde uygun bir an beklemekten. Sonunda olayı deliliğe vurmaya ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya karar verdim. İşte benim küçük hayat üçgenim. 

...
Putney'de biraz daha oyalanıp Kingston'a geçtim. Alışveriş merkezinin içindeki dondurmacı Danieli'den cevizli ve incirli dondurma alarak öğle yemeğimi halletmiş oldum. Parça parça ceviz ve incirler ağzıma geldikçe dengesiz beslenme konusundaki vicdan azabım da adeta eridi. 


Nehir kıyısı her gelişimde olduğu gibi yine oldukça keyifli. Önümdeki kahverengi suda kanolar ve kuğular. Cebimde Türkiye'den getirdiğim badem ve fındıklar. Karşı kıyıda altın sarısı, bal ve alev rengi yapraklarla yüklenmiş ağaçlar. Manzara ,içimdeki yaşam sevinci ve melankoli eğilimini aynı anda tetikliyor. Köpeklerini ve çocuklarını gezdirenler, koşanlar, bisiklete binenler. 

Bir pub'ın açıkhavadaki ufak masalarından birine oturuyorum. Eğer garson gelirse ya kahve aromalı bira söyleyeceğim ya da espresso martini. Beni farkeden olmazsa da cebimdeki kuruyemişleri kemirmeye devam ederek yazımı yazacağım. 

Kimse gelip sipariş almadı. Ben de bir kağıda " eğer biri gelip ne içmek istediğimi sorsaydı bir espresso martini söyleyecektim, belki siz bunu yapabilirsiniz. İyi şanslar" yazdım. Menünün arasına sıkıştırdım ve sonra kaçtım hemen o sahneden.