18 Ağustos 2021 Çarşamba

Beyoğlu'ndan Prag'a / Kilise maceralarım


Anlatması uzun süreceği için anlatmayacağım bir sebepten dolayı sabahın körü denebilecek bir saatte Beyoğlu'nda, Galatasaray Lisesi civarındayım. Ara Kafe'ye en son yüz yıl önce filan gitmiştim, önünden geçeyim dedim bu sabah. Sokaktaki masalardan birine oturmaya niyetlenir gibi oldum. Sonra ufak tefek bir kadın gördüm. Cüssesinin üç katı filan bir sesle konuşuyordu. Duvarla. Kadının ortamını bozmak istemedim. Belki özel bir şey anlatıyordur. Duvara. Duvarlar en çok da kimseniz yokken sizi dinlemek için varlar.


İstiklal Caddesi'nin bu saatlerdeki halini bir başka seviyorum. Geceyi nerede geçirdiklerini tam kestiremediğim adamlar çıkıyor sağdan soldan, ara sokaklardan, girişine mal yığılmış pasajlardan. Kumaş pantolon üzerine bisiklet yaka tişört veya futbol takımı forması giymiş, ayakkabısının arkasına basan, beyaz pos bıyıklarının ucu sararmış, kırmızı yanaklı adamlar. 

Ayaklarım beni Sent Antuan'a götürdü. Sabah ayini vardı. On kişi kadardık. Bir ara duanın içinde cemaate birbirleriyle selamlaşmaları söylendi sanırım. Önümdeki ve yanımdaki bana eğilerek ve gülümseyerek selam verdi. Allah'ın selamı, aldım kabul ettim. Ben de aynısını yaptım. Aklıma Prag geldi.

Vakti zamanında turla Prag'a gitmiştim. Aylardan Ekim, havalardan soğuktu. Çok soğuk hatta. Rehberin bize verdiği yarım günlük serbest zamanda öteyi beriyi dolaşıp donma noktasına gelince bir kilisede almıştım soluğu. Sent Antuan'ın yaklaşık dörtte biri büyüklüğünde ama dopdoluydu. Safları sıklaştırarak oturduk dini bütün Praglılarla. Dualar ediliyor, cemaat birbiriyle selamlaşıyor, arada başımızın üstünde buhurdanlıklar dolaşıyor filan. Ben dedim heralde yarı vaftiz olmuşumdur. Ben böyle içimden kulhüvallahüyü okurken birden kapı gürültüyle açıldı, içeri bir meczup girdi. Bağırmaya çağırmaya başladı acayip öfkeli bir şekilde. O zamanlar korona yok tabi, ağzından tükürükler saçmasına kimse o kadar takılmadı. Adam tahta sıraların ortasına kadar ilerledi tam da benim yanımda durdu. Ulan dedim içimden. Şimdi bu herif silahı çıkarsa sağa sola ateş etse, Prag'da kilise baskınında ölen Türk olarak haber mi olacağım? Kilise turistik bile değil. Neyse, ölmedim işte biliyorsunuz. Adam da bağırdı çağırdı gitti.

O değil de, tur rehberi bizi Türk dönerciye götürmüştü Prag'da. Bir de kaldığımız otelde kahvaltıda bizim yemek masası büyüklüğündeki kıytırık açık büfede ekmek maşasıyla kek aldığım için otel çalışanları bana saçma sapan tripler atmıştı. Ayy, görgüsüz, cahil, düşük profilli turist işte. Gelmiş ekmek maşasıyla kek alıyor tabağına. Der gibi.

Uzun lafın kısası, Prag'la ilgili güzel anım neredeyse yok. Durun, aklıma berbat bir espri geldi. Onu da yapayım, sessizce dağılalım. Nerde Prag, orda bırak! 

11 Ağustos 2021 Çarşamba

İs


İs Bankası iyi günler diler. Birikmiş islerinizi evde yastık altında tutmayın. İsli pisli paslı puslu yastık altlarına son. Yastıklar ve uykular temizlensin. Sabun kokulu rüyalar, uçuşan tül perdeler ardında efil öğle uykuları. Kalkınca bahçedeki ağaçtan dut. Anane evi gibisi yok. Bahçede oynarken üstümüze başımıza minik yeşil tırtıllar düşer. Tırtıldan korkmam. Kırk yıl öncesinin masum börtü böceğinden bahsediyorum tabi. Herşeyle birlikte haşerat da değişti. Şimdiki sivri sinekler bir acayip. Her ısırığın çevresi kocaman kızarıyor. Kaşıdıkça o kızarıklık halkaları büyüyor, birbirleriyle birleşiyor. Bacağımdaki kırmızı bölge Güney Amerika haritasına benziyor. Yoksa bu sinekler oradan mı gelmiş? Belki de bir muz kasasının içinde... Lavanta yağı, limon, tükürük hatta çiş sürmenin iyi geldiğini söyleyenler oldu. Türlü türlü tavsiyeler, akıl vermeler. Akılları pazarda tezgaha çıkarmışlar, satmaya. Herkes gitmiş yine kendisininkini beğenmiş almış. Canım aklım. Bu sivriler bizden akıllı mı? Yoo, evet, yüzde kesin.


8 Ağustos 2021 Pazar

Bulutlar ve ayak bilekleri üzerine

 

Bu karikatürü gördüğümden beri bir şeyler yazmak istiyorum. Bölük pörçük cümlemsiler kafamda dolanıyor. İlki: Neyse işin odur düşün.
Sadece kendileriyle, nasıl göründükleriyle ilgilenenlerin önlerine çıkanlara da o daracık pencereden bakabiliyor olması... Bu köpeğin bulutları pamuk şekere, dondurmaya, yastığa, konuşma balonuna, dantel motifine, çiçeğe, böceğe, bardak altlığına, gelin başına benzetmeyip sadece ayak bileğinin çevresindeki ustalıkla tıraş edilmiş kürk parçasına benzetmesi??

Basit yaşayacaksın bu hayatı derken şair, kastettiğinin bu olmadığını düşünüyorum.

Sokak sokak, mahalle mahalle gezen, lokantaların yemek artıklarını çöpe çıkardığı saatleri kollayan, oyalanırken kitapçı ve antikacı vitrinlerinin önünde dolanan bir köpek belki bu bulutu patlamış mısıra, pideye, üzerine basılmış ciklete, tıbbi bitkiler ansiklopedisinin kapağındaki nadir bir çiçeğe, 18. Lui'nin karısına hediye ettiği küpeye, geçen yüzyıldan kalma bir hamam tasının üzerindeki kabartmaya, lokantanın çöpünü çıkaran sakallı çocuğun kolundaki dövmeye filan benzetebilirdi.

Eski iş yerimde bir kadın vardı. Kendini olduğundan farklı gösterme gayretindeydi. Halbuki olduğu hali gayet makuldü bence. Hamileydi, bebeğe battaniye ördüğünü söyleyince ne renk diye sormuştum. "Karışık" demişti, "karides kokteyl gibi". Günde üç öğün karides kokteyl yiyen bir insan imajı yaratmaya çalışıyordu belli ki. Maalesef ben o güne kadar o dediğinden hiç yememiştim, dolayısıyla dediğinden de bir bok anlamamıştım. Yani havayı da kime atacaksın, ona bir bakmak lazım.

Bulutlara dönecek olursak, ben bulut severim. Güneşi bir nebze kaparlar ve gözünüzü kısmadan karşıya bakabilirsiniz. Öyle dağlar kızı Heidi gibi yere yatıp bulut izlemişliğim, bir şeye benzetmişliğim yoktur. Bu, övünülecek bir durum değildir. Hepimiz bulutlara, uzaklara - ayak bileklerimizden çok daha uzaklara- bakmaya zaman ayırmalıyız. 




9 Temmuz 2021 Cuma

KKK

Karımın karnında kırmızı kulaklı köpekler koşuyor. Kar kış kıyamet. 

Korkuyorum. Kasılıyor kollarım. Kıvıramıyorum. 

Kumbaracılar Konağı'nın kapısına kusuyorum. 

Kader kısmet. Konuşmazsam kurtulurum. 

Kurtuluş' ta kardan kaleler. Kandan kuleler. 

Karımın karnında kırmızı kulaklı köpekler. 

Karımın kocası kim?





2 Temmuz 2021 Cuma

Hayırdır inşallah, Velazquez

Sıradan gibi başlamıştı gün. Çay suyunun altını yaktı, buzdolabındaki kahvaltılıkları mutfak masasının üstüne çıkardı. Yatağını toplayıp odasının penceresini açtıktan sonra mutfağa döndü. Çayı demledi. Ocağı kapatıp çaydanlığın üstünü kalınca bir mutfak havlusuyla örttü.


Instagramda takip ettiği kadınlardan birinin sık sık ve büyük bir ciddiyetle tavsiye ettiği  “olumlamaları”  yapmak üzere banyoya yöneldi. Aynada kendine gülümse, kendine güzel şeyler söyle, gaz ver. Yaparsın sen, edersin sen, aslansın. Güzelsin, havalısın, güçlüsün. Yürü be! Lavabonun başına gelip aynanın üstündeki led lambanın düğmesine basar basmaz bir çığlık attı. Musluğun soğuk tarafını sonuna kadar açtı. Buz gibi suyu avuç avuç yüzüne çarptı. Telaşlanmıştı. Yerdeki paspaslar bile ıslanmıştı. Başını kaldırıp aynaya tekrar baktı. Değişen bir şey yoktu. Yoktu işte. Aynada yoktu! Kendisine güzel şeyler söyleyecek, hayatın güzel olduğuna ikna edecek  kişiye ulaşılamıyordu o sabah. 

“Bu ne biçim bir rüya böyle” dedi içinden. Gerçek gibi. Odaya döndü. Epey serinlemişti oda. Pencereyi kapattı. Yatağın ayak ucundaki katlanmış pijamalara baktı. “Üstümü de değiştirmişim , vay bu ne hız” dedi içinden. “Gideyim de rüyamda demlediğim çaydan bir bardak içeyim bari”  diye dalga geçti kendiyle. Mutfağa girdiğinde ocağın üstünde demlenip üzeri havluyla örtülmüş çaydanlığı görmeyi beklemiyordu. Masanın üzerinde ekmek, zeytinler, bal ve dün marketten aldığı eski kaşar duruyordu. “Noluyor yahu”  dedi. İçinden değil bu sefer, bayağı bayağı sesli konuşuyordu artık. 

Ekmeğin köşesini eliyle koparıp kaşardan kestiği büyükçe bir parçayı içine tıktı. Çay soğumuştu. Altını yaktı. Televizyonda hepsi aynı elden çıkmış gibi görünen sabah haberlerine baktı. Sadece bakıyordu. Aklı aynadaydı. Çaydanlık kaynamaya ve su püskürtmeye başlamıştı. Farkında değildi. Kaşar ekmeğini kuru kuru yemeye devam etti. Ağzına attığı zeytinin berbat tadı sayesinde çayın eksikliğini hissetti. 

Elinde çay kupasıyla evi dolaşmaya çıktı. Öylesine bir gezintiymiş gibi sakin kalmaya çalışıyor, paniğini dışarıya yansıtmamaya gayret ediyordu. Antredeki portmantonun aynasına bakmadan odasına geçti. Çayından büyük bir kaç yudum aldı. “Şimdi” dedi. “Pijamalarımı giyeceğim, yatağıma gireceğim ve uyuyacağım.Uyandığımda da bu tuhaf rüyayı yazacağım hemen. Bu benim şimdiye kadar gördüğüm en acayip rüya olabilir.”

Pijamalarını giydi. Yatak örtüsünü açıp battaniyenin altına kıvrıldı. Çok geçmeden uyudu. Bir rüya gördü. Rüyasında garip, tanımadığı bir yerde küçük sevimsiz bir oğlan çocuğunun karşısında oturmuş, sahanda yumurta yapıyordu. Çocuk ya çok beklemişti, ya da yumurta sevmiyordu. Memnuniyetsiz bir hali vardı. “Bu ne ya” dedi kadın içinden. “Bana mı dediniz?” dedi çocuk. “Aaa içimden dememişim” dedi kadın. “Yumurtalar birazdan hazır” dedi gülümsemeye çalışarak. “Afedersiniz” dedi çocuk. “Ben biraz şaşırdım da sizi gördüğüme.”  Gözlerini kıpıştırdı. Devam etti. “ Ben rüyamda pazara gidiyordum, şu elimdeki kavunu satmaya.”  Kadın önce yumurtalara, sonra çocuğa, en son da çocuğun elindeki kavuna baktı. “Aaa o kavun mu, ben onu ekmek somunu sanmıştım” dedi. “Ben de öyle” dedi çocuk. “Rüya işte” diye mırıldandı. “Evet” dedi kadın. “Ben öteki tarafıma döneceğim ve biraz daha uyuyacağım. Sen de öyle yap.” 




Evin karşısındaki kargocuların geleneksel hale gelmiş park yeri kavgaları ile uyandı. Şifonyerin üstündeki  boş çay kupasını mutfağa götürdü. Televizyonu açtı. Bütün kanallarda “son dakika, çok acayip, aman tanrım, başımıza gelenler, dünyanın sonu” gibi alt yazılar geçiyordu. 

Dün gece tanımlanamayan bir takım uçan objeler dünyanın bir çok yerinde bir çok kişi tarafından görülmüştü. Neydiler, kimdiler, niyetleri neydi, bir daha gelirler miydi, bize bir şey yapmışlar mıydı  henüz bilinmiyordu! 

“Bir uzaylımız eksikti” dedi kadın. Banyoya gitti. Kavunlu yüz yıkama jelinin  kokusu sanki her zamankinden daha baygındı.Soğuk suyu defalarca yüzüne çarptı. Aynada kendisine gülümseyerek bakan kadının gözlerinin içine odaklandı.Olumlamalarını yaptı: “Ben güzel bir günü hak ediyorum. Yeni günü kucaklıyorum.Hayatımı ve bana gelen güzellikleri seviyorum.”

29 Haziran 2021 Salı

Kadıköy motoru

 Arkadaşım Müge'nin hediye ettiği defteri çantaya attım ve yola çıktım. Bu satırları suyun üstünde yazdım. Sevgili Müge, bana kalbin kadar temiz bu sayfayı... Yok yok, öyle değil. Böyle:

Sırf senin güzel hatırın için, sana selam olsun diye ve bu güzel deftere artık hakkettiği gibi alımlı bir giriş yapmak gerektiğinden burdayım işte. Yazıyorum. Kadıköy motorunda. Boğaz'ın üstünde sağa sola sallanırken. Sağımda Dolmabahçe, Mimar Sinan Üniversitesi, Galata Kulesi tepede ve tabi ki The Marmara, Ceylan, Süzer. Solumda nereye gitsem bana kendini gösteren Çamlıca Kulesi. Adını bilmediğim alçacık camiler, tek minareli. Caminin de 1+1'i oluyor mu acaba sorusunu akla getiriyorlar. 

İlerliyor motorumuz. Kız Kulesi'nden bir makas. Amerikalı arkadaşımı etkilensin diye buraya getirdiğim günü hatırlıyorum. Yirmi iki yıl önce filan. Kafesinde kahveyi karton bardakta servis edişleri dün gibi aklımda. Bununla ilgili şaşkınlığım hala sürüyor. "Orada bana bir prenses gibi muamele etmeleri icap ederdi" hissiyatım yerli yerinde duruyor. Topkapı Sarayı ile göz göze gelmeye çalışıyorum ama aramızdan ilginç tasarımlı bir toplu taşıma aracı geçiyor. Deniz otobüsü mü, yeni tip bir şehir hatları vapuru mu bilmiyorum. Huckleberry Finn maceralarındaki buharlı nehir gemilerini andırıyor. Selimiye Kışlası'nı kulelerinden tanıyorum. Rıhtımda dev vinçler, kafaları kopuk zürafalar gibi. Gözleri nerede kimbilir, ayakta uyuyorlar. Dalgakırana dizilmiş kanatlılar. Karabatak mı? Galiba. Ne kadar az şey biliyorum kuş börtü böcek hakkında. Bir tek martıları tanıyorum. Yaygaracı, goygoycu, serseri martılar. Devletin çiftçinin kara gün dostu olduğunu iddia eden kalıplı bir binanın önünden geçip Haydarpaşa'ya yaklaşıyoruz. Paşa'nın kendini görmeyeli çok oldu. Dışına astıkları robot resmiyle idare ediyorum. 

Kadıköy İskelesi göründü. Suları köpürte köpürte yanaşıyoruz. Dans ederken eteklerini çırpan Huysuz Virjin gibiyiz. Castara castara castara... 




3 Haziran 2021 Perşembe

Bak Postacı Geliyor!

 

BAK POSTACI GELİYOR

 

BÖLÜM 1

 

İşte bir postacı. Çantası ağzına kadar dolu. Taşıdığı ağırlığı umursamadan küçük ve hızlı adımlarla ilerliyor genç adam. Yetişmekte zorlanıyorum. Kuyu Sokak’a giriyor. Ben de peşinden tam köşeyi dönecekken  kadının biriyle çarpışıyoruz. Maskelerimizin altından birbirimize bir şeyler söylüyoruz. Özür diler gibi yapıp yoluma devam ediyorum ama sokak bomboş. Derken hızlı postacıyı Kuyu Apartmanı’ndan çıkarken görüyorum. “Kapıyı tutar mısınız rica etsem” diye sesleniyorum. “Anahtarı almamışım, zili çalarsam bakıcıdan bir araba laf işitirim.” Berbat oyunculuğumu üç katlı bez maskemin altına gizliyorum. Nazik adam içeri girmeme yardımcı oluyor. Tam umduğum gibi, postacı zarfları her bir dairenin kendi posta kutusuna atmak yerine tomar halinde girişteki kalorifer peteğinin üzerine bırakmış. Ilık ılıklar. El çabukluğuyla hepsini bir poşete atıp, ağzını bağladığım poşeti çantama yerleştiriyorum. İçim kıpır kıpır. Yakalanma korkusuyla dikkatlice bakamadım ama en az on, on iki tane zarf vardır sanırım. Cevaplanmayı bekleyen on iki adet postanın çantamdaki  şişkinliğini elimle yokluyorum. Yüreğim kabarıyor. İnternetten sipariş ettiğim lacivert dolma kalem mürekkebini kargocu bu sabah getirdi. Mora bakan tatlı bir lacivert. Yazı masamın başına geçmek için sabırsızlanıyorum.

 

Evin kapısını açar açmaz ekmek kokusu yüzüme çarpıyor. Bir kaç saat önce fırından çıkarıp tezgahın üzerine bıraktığım ekmeğin, kokusundan başka hiç bir şeyi olması gerektiği gibi değil maalesef. Tariflere “aldığı kadar un” yazan ilk insanı bulup, kafasını un çuvalına sokmak suretiyle boğmak istiyorum. Yaptığım masrafa dertlenecek gibi olurken içimden bir ses “yarın Müge’nin dediği sitedeki tariflere bakarsın” diyor. Yenilen her pehlivan gibi ben de güreşmeye doymuyorum. Kuyu Sokak, Kuyu Apartmanı’nın girişindeki kalorifer peteğinin üzerinden arakladığım mektupları ütü masasının üstüne sıralıyorum. Üzerlerine tülbent serip bir güzel ütülüyorum. Koronadan önce zarfları daha eve gelmeden dayanamaz açar, sayfaları birbirinden ayırmak için parmağımın ucunu dilimle ıslatmakta zerre tereddüt etmezdim. Şimdi öyle değil. Şimdi hiç bir şey eskisi gibi değil. Son bir yıldır eşten, dosttan, çarşıdan, pazardan, eskicilerden, sahaflardan ayrıyız. Ağız ağıza gülmeye, aynı şişeden içmeye hasret kaldık. Hayatla aramıza mesafe koyduk. Uzak kalmak ne zormuş. Sanki biz yetmiş iki parçalık yemek takımıymışız da, sahibimiz bir anda fakirleşmiş , bizi satmak zorunda kalmış. Her birimiz ayrı evlerde ayrı büfelerde özleşirmişiz gibi.  Tek tek de güzeliz ama birlikteyken anlamlıyız. Dalgınlıkla az daha yakıyordum zarfın birini, neyse ki arada tülbent var.

 

Dünden kalan makarna salatasının yanına bir ton balığı açıyorum ve yerken televizyonda  “Adım Adım Anadolu” tarzı bir programa denk geliyorum. Saçının peruk olduğu buradan bile anlaşılan bir abimiz, bir grup tonton ve şalvarlı teyze ile bir hamur teknesinin başında gülüş cümbüş bir muhabbetin içindeler. Tontonlardan biri “aldığı kadar un” derken televizyonu kapatıyorum.

 

Kahvemi yaptım. Kağıtlarım hazır. Dolma kaleme yeni mürekkepten doldurdum. Kuyu Apartmanı’ndan getirdiğim ve ütüleyerek dezenfekte ettiğim zarflar  masanın üzerinde duruyor. Sandalyeme yerleşiyorum. Kahvemden büyük bir yudum alıyorum ve gözlerimi kapatarak  elimi zarf yığınına uztıyorum. İşte ilk postamız, parmaklarımın ucunda. Kim yazmış, kime yazmış bilmiyorum.


BÖLÜM  2

 

Bu apartmanın postalarını ilk kez aldığım için ne binada yaşayanlar ne de onlara mektup gönderenler hakkında bir şey biliyorum. Mektup dedim ya, lafın gelişi. Keşke gerçekten bu zarfların içindekilerin hepsi  kanlı canlı birileri tarafından Kuyu Apartmanı’ndaki eşine dostuna ve düşmanına yazılmış olsa. Öylelerine nadiren  denk geliyorum ne yazık ki.

 

İlk zarf bir bankadan. Akif Yumurtacı isimli kişiye. Kendisine kredi kartıyla yarattığı hayatın bedelini hatırlatıyor. “Harcarken gülüyordun, ödemezsen gülme sırası bize gelir”  diyor. Son gülen iyi güler Akif. Ekstresine göz gezdiriyorum. Evde bira yapma seti, cam şişeler, kapaklar. Pazarlamayla ilgili kitaplar, bira tarihiyle ilgili kitaplar, kamera, tripod standı. Anlaşılan arkadaş  biraları sadece kendi için üretmeyi planlamıyor. Sırtımı dikleştirip bankaya gereken cevabı Akif’in ağzından veriyorum. Çok önemli bir projenin emekleme döneminin bir parçası olduklarını sadece biraz daha idare etmelerini, dilerlerse kendilerine son ürettiğim seriden bir kaç şişe gönderebileceğimi söylüyorum. Zarfa bankanın  4. Levent’deki genel merkezinin adresini yazıyorum.

 

Bir sonraki zarf  Mucize Koleji’nden , altı numaralı dairedeki Burcu Gürlük’e gelmiş. Velisi bulunduğunuz sevgili Ada Fatma Gürlük’ün  kayıt yenilemesi henüz yapılmamış görünüyor diyor. Kayınvalideye yaranmak için Ada’nın ismine babannesininkini de eklemişler ama umdukları gibi olmamış sanırım. Cimri Fatma, parayı mezara götürecek sanki. Ne olurdu şu çocuğun okul taksitlerini üstlenseydi. Mucize Koleji’ne açık konuşuyorum, durumumuzun biraz sıkışık olduğunu  söylüyorum. Ada’nın babannesi sayın kayınvalidem  Fatma Gürlük’ün  Ordu’daki fındık bahçelerinden sadece birini satması halinde her şeyin yoluna gireceğini ifade ediyorum.

 

Gidip kendime su alıyorum.Hevesim kırıldı biraz. Zarflardan hayalini kurduğum gibi el yazısı mektuplar çıkmıyor. El yazısından karakter tahlili  hatta tahmini ne güzel olurdu oysa. Kalemin iyice bastırıldığı veya yazının savruklaştığı anları yakalamak oralardan hikaye uydurmak da öyle.

 

Kanepeye uzanıp kanallar arasında dolaşırken  BBC’de Marianne North’la ilgili bir belgesele denk geliyorum. Bin sekiz yüz seksenlerde kadınların nadiren gittiği Kuzey ve Güney Amerika’ya , Güney Afrika’ya  ve Asya'nın birçok yerine yaptığı seyahatleri anlatıyor. O seyahatlerde yaptığı bitki resimleriyle dolu galeriyi Kew’e ilk gidişimde keşfetmiştim. Her Londra ziyaretimde de orayı bir kez daha görme arzusu  daha uçaktayken beni sarardı. Şimdi hepsi çok uzak, tatlı bir hayal oldu. Oradaki biricik arkadaşımı manevi kız kardeşimi düşündüm. Burnumun direği sızladı. Birbirimize senelerce yazdığımız el yazısı mektupların bana , benim o dalgalı ruh halime nasıl iyi geldiğini anımsadım.

 

Bu duygularla yerimden kalktım ve masaya geri döndüm. Kuyu Apartmanı’nın postalarına elimi bir kez daha daldırdım. Üzeri el yazısıyla yazılmış, AA isimli  biri tarafından gönderilmiş gerçek bir mektup tutuyordum elimde. Üstelik mektubu yazan kişi  zarf üzerinde kimliğini açık etmeme gayretindeydi. Bu durum  beni iyice heyecanlandırmıştı.

 

 BÖLÜM 3


Defne,

 

Telefonlarıma çıkmıyorsun, mesajlarımı cevaplamıyorsun. Ben de kapına dayanamıyorum. Biliyorum senin o sarı inadın tuttuysa kapıyı da açmazsın. O yüzden böyle oturup mektup yazıyorum sana. Ne günlere kaldık. Beni  tanıyorsun, hiç benlik işler değil bunlar. 

Defne’cim, Sevgi bende kaldı diye trip atıyorsan ayıp ediyorsun. Provadan çıktığı akşam karşıya geçecek vasıta bulamamış kız. Biliyorsun, konuştuk bunu. Ayrıca o defteri çoktan kapattık biz. Sevgi’yle sadece arkadaşız.

 

İlla ki mektuplaşalım dersen adresimi aşağıya yazıyorum. 

Eğridut Sokak. Köşem Apartmanı. No:22 D:14 Kurtuluş 

 

Altan

 

 

Eğridut Sokak mı?Hem de Köşem Apartmanı ha!!! Böyle bir şey mümkün müydü? Elimde tuttuğum bu ezik satırların sahibi karşımdaki binada oturuyor olabilir miydi  gerçekten? Bildiğim kadarıyla bir katta iki dairesi olan bir apartmandı orası. Altan’ın  bana bakan ön cephede mi yoksa  arkada mı oturduğunu öğrenmem benim için çocuk oyunuydu. Binanın girişindeki kuru temizlemeciyi aradım.

 

-Sizin bu apartmandaki daire on dört kiralıkmış da , acaba bir bilginiz var mı? 

-Allah allah, Altan abinin dairesi mi?Hiç bahsetmedi bize böyle bir şeyden. Daha bu sabah gömleklerini bıraktı ütüye.

-(Sevgi hanım ütüleyemiyor muymuş “arkadaşının” gömleklerini?) Bu on dört numara kaçıncı katta oluyor, ön cepheye mi bakıyor acaba?

-Tabi tabi , caddeye bakar. Üçüncü kat.

-Peki teşekkür ederim.

- Siz ilanı nerede görmüştünüz?

- İyi günler.

 

Nedense hoşlanmamıştım ne Altan’dan ne de Sevgi’den . Defne’nin meydanı boş bırakması Sevgi’nin işine gelmişti anlaşılan. Bazı kadınlar böyledir. Tasmasından salınmış erkeğin kokusunu  daha adam kendisi bile ne olduğunu anlamadan alır. Yok karşıya geçememiş de, bilmemne. Prova çıkışı dediğine göre bu Sevgi denen hatun ya oyuncu ya şarkıcı olmalı. Ya sen kim, karşıya geçememek kim? Sen akşam akşam Altan’ın kapısını çalarken en “ürkek serçe” tavırlarını takınmış olabilirsin ama ben yer miyim? Yemem. Altan yemiş midir? Seve seve.

 

Altan da deste deste gömlek ütülettiğine göre , yabancı bir şirkette orta kademe yönetici filan olmalı. Kurtuluş’ta kira başka türlü ödenmez. Şu Şişli’deki  denetim firmasında da olabilir bak. Oranın denetçileri de az artist değildir. Yarı İngilizce yarı Türkçe atarlar havalarını. Anladın, anladın. Anlamadın, sorry.

 

Sen nasıl oturuyosun orada derseniz demir tüccarı babamın ve eski Türkiye güzeli annemin sülalerinden bahsetmem gerekir ki bence o kadar detaya lüzum yok. Hali vakti yerinde bir aileyiz  diyeyim, bunu bilin yeter. Bu apartmanda benim oturduğumun haricinde iki dairesi daha var bizimkilerin. Alt katta abimin  kiracısı kıl bir avukat oturuyor. Size tüm bunları anlatırken iyice kararan salonda ışıkları açmadan , tül perdenin ardında sokağı ve tabi ki Köşem Apartmanı’nı izliyorum. Üçüncü katta henüz hiç bir hayat belirtisi yok. Nerdesin Altan? Sevgi’yle  dışarıda yiyip öyle mi geleceksiniz? Haber verseydin keşke. Her şey buz gibi oldu.

 

Yorulup televizyonun karşısındaki L koltuğa geçtim. Uzun zamandır L’nin heryeri benim. Uzunlu kısalı oturuyorum. Eve en son ne zaman biri gelmişti hatırlayamıyorum. Diziler arası dolaşıp aynı anda telefona bakmaktan beynim bulanıyor. İçim geçiyor hafiften. Geçsin, karşı koymuyorum. Saat on ikiye gelirken uyanıyorum. “Kalk, yerine yat” diyorum kendime.

 

Boynum tutulmuş. Televizyonun aydınlattığı salonda bir yandan kafamla daireler çizip  bir yandan da  dolaptaki  son dört sigara böreğini yiyip yememenin bocalamasını yaşıyorum. Belki dikkatim dağılırsa kendimi kandırabilirim umuduyla pencereye yöneldiğimde aklımda ne sigara kalıyor ne börek .

 

Köşem Apartmanı’nın üçüncü  kat  penceresinden esmer bir kadın bakınıyor. Kıvırcık saçlarını  tepeye mandalla toplamış. Küçük bir yüzü var, güzel mi değil mi göremiyorum. Peki bu kadın Defne mi Sevgi mi? Bilemiyorum. Arkadan baksırıyla geçen ayı Altan olsa gerek. Kadın bir iki dakika sonra pencereyi kapatıyor. Perdeleri  hızla çekiyor, bir an evvel kavuşturmak  istiyor sanki onları. Sonra karanlığa gömülüyor Köşem Apartmanı. Ben de kapatıyorum televizyonu. İstiklal Marşı söyleyip dağılıyoruz yataklara.

 

 

BÖLÜM 4

 

Bugün Pazar. Simit ve gazete alıp hemen eve dönüyorum. Sokağa çıkma yasağını pandemi başından beri en  ciddiye alanlardan biriyim. Neslimiz tükenmek üzere, bize iyi davranın. “Kendine yeni kurbanlar arayan Korona virüsün yine eli boş kaldı sayın seyirciler. Pazar günü hayalet şehire dönen Kurtuluş sokaklarında  in cin top oynuyor.” Gönül isterdi ki böyle bir haber duyalım televizyonlarda , ama mümkün değil. Kahvaltı sonrası gazetenin eklerinden birinde   merkür retrosuyla ilgili bir  yazı okurken dışarıdan  bir ses geliyor. Daha doğrusu bir müzik. Sanki karşı apartmandan. Elimde kahve kupamla cama çıkıyorum. Köşem Apartmanı’nın üçüncü katında açık salon penceresinin önünde esmer kıvırcık saçlı bir kadın saksafon çalıyor. Anlıyorum onun Sevgi olduğunu.  Üstünde kendisine  çok büyük gelen bir  Barcelona forması. Sevgi iyi üflüyor. Defne’nin işi zor diyorum. Altan bu defteri kapatmışa benzemiyor. Bu defter,  bu nefesi kuvetli hatun  ne zaman isterse o zaman kapanır.

Sonra acayip bir şey oluyor ve kadın beni farkediyor. “Günaydın”  diye bağırıyor sokağın öte yanından. “Rahatsız etmedim inşallah”. Kocaman gülümsüyor. Bu insanlar bu kadar mutluluğu nereden buluyor merak ediyorum. O kaşık kadar surata o ağız nasıl sığmış anlamıyorum. “Yoo çok güzel çalıyordunuz”  diyorum. “Teşekkürler” diye yanıtlıyor .Allah allah. Genişliğe bak. Kendime şaşıyorum. Komşuculuk yapıyoruz  Sevgi hanımla resmen.  “Ne oldu, sen hala karşıya geçemedin mi, bakıyorum da adamın evine iyice çökmüşsün . Söyleyeyim de  bizim şoför bıraksın seni istediğin yere.” Demiş olmayı hayal ediyorum. (Merak edeniniz varsa evet, daha çok annemi teyzeme, teyzemi anneme götürmeye yarayan bir şoförümüz var.)

 

Sevgi el sallıyor camı kapatırken. İşin kötüsü ben de sallıyorum. Ah Defne ah! Senin için de kaliteli bir Pazar oluyordur umarım. Bir duş alıp kendime geleyim. Sonra oturup Altan’a güzel bir cevap yazalım.


BÖLÜM 5


Altan,

 

Üzülmüyorum çünkü sorun bende değil sende.Ağız kokunu ve berbat esprilerini özleyeceğimi hiç sanmıyorum. At suratlı sevgilinle sana mutluluklar. Kızın cebine biraz taksi parası koy da   şehrin öbür yakasında gece gece  birilerine sığınıp  saksafon çalmak zorunda kalmasın.

 

Defne