26 Ekim 2015 Pazartesi

Putney'de Pazar Sabahı

Bir pazar sabahı evde kombiyi kökleyip sucuklu ,menemenli kahvaltı yapmak yerine Putney'de tren istasyonuna yakın soğuk bir kafede kahve ve kurabiye eşliğinde İngiliz insanının sabah hallerini izlemek üzere buradayım. Altı kişilik uzun bir masada tanımadığım bir genç adamın çaprazında oturuyorum. Kızarmış ekmeğine reçel sürüp yerken masaya serdiği gazeteleri dikkatle okuyor. Siyah üzerine minik mor çiçekli bir gömleği, mor kravatı ve siyah şapkasıyla çok şeker. 

Oldukça popüler bir kafe burası. Londra'nın en iyi kahvelerini içebileceğiniz yerleri gösteren haritaya şehrin güneybatısından dahil olan sayılı mekandan biri. Pazar sabahı 9'da neredeyse tüm masalar dolu. Küçük çocuklu genç anne babalar, koşudan dönen taytlı kızlar, masa arkadaşım gibi gazetesine gömülenler...



Artisan Cafe karşısında cenaze levazımatçısı ve Hint lokantası, yanında kilisenin olduğu süper merkezi bir yerde konuşlanmış durumda. Putney turistik cazibesi olan bir semt değil. Bu sebeple kafeye gelen gidenler de gayet lokal tipler. Benim için bir pazar sabahını  bu kadar ilginç ve kıymetli bir gözleme dönüştüren de bu. Kendim turist değilmişim gibi konuşuyorum. Halbuki bir laf vardır; "misafir misafiri istemez, ev sahibi hiçbirini" diye. 

Çiçekli gömlek kalktı. Bir baba ve 5-6 yaşlarında sapsarı saçlı kızı geldi. Kız iki eliyle tuttuğu çöreği yüzünün tamamını kirleterek yiyor. Baba kahvesini yudumluyor ve kızın kendisine getirdiği kuru yaprakları ne yapacağını düşünüyor. Kız çöreğin sadece kıtır yerlerini yiyip marmelat dolu ufak deliği minik işaret parmağıyla sondajlıyor. Çöreğin üstündeki bütün pudra şekerini yalarken kız da baba da hayatlarından oldukça memnun gözüküyorlar. 

Aha! Oturduğum bankta yanımdaki yer boşaldı ve benim yaşlarımda bir kız geldi, selam verip yerleşti. O da defterini çıkarıp yazmaya başladı. Sadece sayfanın tepesine attığı tarih tanıdık geldi. Nece yazdığını çözemedim. Her neyse, yaz güzelim, açılırsın. 

Günün devamında Kingston'daydım. Anlatırım sonra...

21 Ekim 2015 Çarşamba

Fikir Savaşları

17-18 Ekim'de Londra'da Barbican Kültür Merkezi'nde  Battle of Ideas vardı. Fikirlerin Savaşı. İki gün boyunca aklınıza gelebilecek veya gelmeyecek birbirinden ilginç ve önemli konuda tartışmalar oldu. Konularında uzman yüzlerce konuşmacı, onları dinlemeye ve tartışmaya gelen binlerce katılımcı Barbican'ın salonlarını doldurup boşalttılar. Kişi başı 100 pound ödeyip haftasonunu kültür merkezinde geçiren  İngilizler , orada bizim korkarım en az bir 10 yıl daha gündemimize alamayacağımız konuları irdelediler. Bizse dalında kuruyan meyveler gibi, açmadan donan tomurcuklar gibi takılıyoruz burda. 





Barbican'daki Fikir Savaşları'na öğrenciler 20 pounda girebildiler. Sanat, ekonomi , eğitim, sağlık, uluslararası ilişkiler, yaşam tarzı, özgürlükler ve hukuk, medya, bilim ve çevre, teknoloji ve şehir konu başlıkları altında çok ilginç tartışmalar oldu. İşte onlardan sadece birkaçı :

Şiir nasıl okunur?
Senfoni nasıl dinlenir?
Operanın geleceği 
Edebiyattan Twitter'a: okuyucu öldü mü?
Çocuklar felsefe yapabilir mi?
Yaratıcılık öğretilebilir mi?
Mutluluk her zaman iyi midir?
Endüstriyel tarım gelişen dünya için iyi mi kötü mü?
Yunanistan'ın geleceği 
Çin ve Hindistan: uzay yarışı için insanlıktan ödün verebilirler mi?
Bugünün Orta Doğusu'nu anlamak
Çok mu fazla kanun var?
Kanun bizi özgürleştirebilir mi?
Ucuz yemeğin nesi kötü?
İşyerlerinde kadın erkek eşitliği: gerçek mi yoksa sadece sayılarla mı oynanıyor?
Para sporu bozar mı?
Oyun gençliği bozar mı?
Liberalizmin geleceği
Papa katolik mi?
Gençler neden İŞİD'e katılıyor?
Teknoloji insanlığı sınırlıyor mu?
Şimdiye kadar yapılmış en iyi icat sizce nedir?


"Tartışma" deyince  akla ceketli ve asık yüzlü adamların geldiği canım ülkem... "Saygı duyuyorum", "bakın ben sizi dinledim" , "yazıklar olsun"  ve "esefle kınıyorum"ların  havada birbiriyle çarpıştığı  atarlı giderli yanarlı dönerli , çok yalnız ve çok sessiz ülkem...

 O ses Türkiye. Ses ver Türkiye. Konuşamıyorsan da göz kırp, ben anlarım...








16 Ekim 2015 Cuma

Yemek ve Oyun


Daha bir yaşına gelmeden, ağzımıza kaşıkla bir şeyler tıkıştırılmaya başlanan hayatımızın o ilk aylarında başlıyor yemek ve oyun birlikteliği. Kaşıkla havada daireler çizmeler, " aç ağzını bak uçak geliyor" demeler... Yemeğini güzel yiyene oyuncak vaadleri, yemeyene oyundan ve oyuncaktan men etme tehditleri... 


Benim çocukluğumda sokakta oynamak diye bir mefhum vardı. Tadından yenmezdi. Açlıktan bayılacak olsa hiçbir çocuk oyunu yarım bırakıp eve yemeğe gitmezdi. Salçalı ekmekler ve bilumum ekmek araları oyunu bırakmadan karnımızı doyurabileceğimiz en mükemmel yemeklerdi. Üniversite yılları ise kantinde King oynarken yenen tost ve sosislilerle geçti. Ders çalışmak için toplanılan evlerde oyunun yerini partiler ve dedikodu aldı, yemekler dışarıdan söylendi. İş hayatıyla birlikte gömlek ve kumaş pantolon giymeye başlanan dönemde özellikle biz kadınlar için oyunun adı alışverişti. Açlıktan bayılma noktasına gelene kadar vitrin bakar mağaza gezerdik. Neyse ki AVM denen yüce yapılar imdadımıza yetişti. Oyunumuza kısa bir mola verip karnımızı doyurmamız ve kaldığımız yerden devam etmemiz mümkün oldu. Başka şehirlere veya ülkelere göç edenler tuttukları 1+1 evlerde mutfakla salonu, yemekle oyunu birleştirdiler. 





Yemek, kapalı kapılar ardında pişen, önümüze bir tabakta gelen, bizi doyuran ve bitince unutulan basit bir unsur değil. Hiç olmadı. Yemek, hayat oyununun neredeyse her yerinde var. Kafka'nın restoran açma hayali, podyumlarda abur cubur görünümlü Mc Donalds logolu kıyafetler, makaron rengi kozmetikler, yemek filmleri festivali, Beethoven'ın ağız tadıyla bir kahve içmek için besteyi güfteyi bir kenara bırakıp oturup kahve çekirdeklerini sayması...



Tüm bunlar şunu gösteriyor: Hangi yaşta hangi oyunu oynuyorsak oynayalım "yemek" kendine mutlaka bir şekilde yer açar, hatta rol çalar. 


6 Ekim 2015 Salı

Görgüsüz Aylak


Beşiktaş'ta estetik kaygılardan uzak, herhangi bir tarihi veya turistik özelliği bulunmayan, plânsız yapılaşma öğeleriyle bezeli bir mahallede oturuyorum. Karşımızdaki apartmanı otele dönüştürdüklerinde annemin en büyük endişesi balkona donla çıkacak turistlerdi. Korkulan oldu ve sezonun ilk donlusuyla dün müşerref olduk. 





Turist kafası çok enteresan. Yukarıda tasvir ettiğim mahalle arasında konaklayan genc ,balkonda şakır şukur selfielerini çekti sabah sabah. Arkasında pimapenli pencereleri, çanak antenleri ve klima borularıyla meşhur Beşiktaş apartmanları.

Bolca alışveriş yapmış sanırım. Arada bir içeri girip, farklı bir tshirt ve şapkayla çıkıyordu selfie noktasına. 

Bundan birkaç hafta önce de yakınımızdaki hastanede saç ekimi yaptıran iki adam kalmıştı bu odada. 

Ama en eğlencelisi 4-5 yaşlarında iki kızı olan bir Arap çiftti. Kızlar ayaklarında palet gibi duran havlu otel terlikleriyle dolaşıyorlardı sokakta. 

Otelle ilgili en ilginç günlerden biri, en üst kattaki ucundan azıcık boğaz gören süit odalar için sipariş ettikleri yuvarlak yatakların geldiği gündü. Giriş kapısını sökmek zorunda kalmışlardı. 

Paris'te üç yıldzlı bir otelin çatı katı odasında kalmıştım. Banyo, çatının en eğik noktasındaydı ve duşu kullanmak için Çinli jimnastikçiler kadar esnek olmanız gerekiyordu.

 Prag'daki otelin kahvaltı salonunda kek maşasıyla ekmek aldığım için neredeyse ülkeler arası kriz çıkacaktı. Hey dostum, sorun istemiyorum anlaşıldı mı. Şimdi o elindeki peçeteye sarılı elmayı yavaşça masanın üzerine bırak. 




Bir keresinde İstanbul'daki havalimanı loungelarından birinde yine böyle peçeteye sardığım iki armudu önce Dalaman'a ordan Kaş'a götürmüştüm. Üç günlük tatilin sonunda armutlar ve ben başladığımız noktadaydık. Rengi değişen ve güneş kremi kokan bu gezente meyveleri sıkışan trafikte havaalanından eve ulaşmaya çalışırken Havaş otobüsünde yemiştim. 

Seferi olma ruh hâli çok acayip. Seyyahlık insana bir larjlık katıyor. Donla balkona çıkıyorsun, kahvaltı  açık büfesinden peçete içine arakladıklarınla öğle yemeğini halletmeyi ayıp görmüyorsun, sandalet içine çorap giyiyorsun, makyajsız dolaşıyorsun. Bu görgüsüz, gamsız günler de yanına kar kalıyor. Tavsiye ederim. 

5 Ekim 2015 Pazartesi

Nefes alabilirsem yapacaklarım


Resmen sürünüyorum. Burun tamamen tıkalı. Alnımın ortasına küçük bir çekiçle durmadan vuruyorlar ve gözlerimin altında onar kiloluk ağırlıklar var. Sinüzit, faranjit, akmadığı halde silinmekten kızaran burun ucu, ağızdan nefes almaya bağlı olarak kuruyan boğaz, gıcık, öksürük... Doğru söyleyin doktor bey, ölecek miyim? Nem var kuzum? Bin miligramlık antibiyotik alıyorum, hayırlısı. Acil iyileşmem lazım zira Ekim bir geldi pir geldi. 



7 Ekim Çarşamba günü Filmekimi'nde " Hasret" diye bir film izleyeceğim. Hasret: Küçük bir film çekim ekibi, İstanbul hakkında bir TV filmi çekmek üzere Almanya’dan şehre gelir. İstanbul’un birçok yönüne de değinecektir: Eski mahallelerin yıkılması ve yenilenmesi, göçmen işçiler, hükümete karşı direniş, şehirde yaşayan çok çeşitli dinler ve topluluklar, İstanbul’un tuhaf derecede melankolik özü… (filmekiminden copy paste yaptım)
İçinde İstanbul geçen film, kitap veya sergilere hemen tav olduğum doğrudur. Hepsi de İstanbul kadar büyük, derin veya büyülü değildi. Bakalım bu sefer olaylar nasıl gelişecek. ...8



10 Ekim Cumartesi günü ise Türvak Sinema Müzesi'nde kısa yemek filmleri festivalindeyim. On farklı ülkeden 19 kısa film gösterilecek. İki saatlik bir seans içinde. Türkiye'den katılacak film "Salyangozun Yolculuğu"ymuş. Müslüman mahallesinde... Haydi bismillah...Müzeyi de gezme fırsatı olacak. Kafesinin fotoğrafları da çok eğlenceli gözüküyordu. Kader ağlarını örüyordu ve güzel olduğum kadar da küstahtım. 

İlerleyen günlerde tiyatrolar ve kahve festivali de ajandama girecek. Ama beynim zonkluyor şu an, o ayrı...