31 Mart 2015 Salı

Elektrik Alamayan Aylak Kız


Dün İstanbul'un tamamında ve neredeyse bütün ülkede saatler süren bir elektrik kesintisi yaşadık. Şarjı biten telefonumun da marifetiyle elimde sündükçe sünen kitaba bu vesileyle odaklandım. Kitapta kusur yok aslında, sorun bende. Evinde internet, elinde akıllı telefonu olan benim gibi bir insanın bunların sunduğu zıttırı foktan dünyaya arkasını dönüp kitabına gömülmesi hakikaten büyük mesele. Yani başlı başına bir kişisel gelişim konusu. Üzerine gidilip aşılması gereken bir zayıflık. 

Kitaba gelecek olursak, hala "Günlük Ritüeller"i okuyorum. Hani şu ineklerden ilham alan tuhaf yazarlar filan... Garip alışkanlıklarını bir yana bırakacak olursak tüm bu yaratıcı hanımların ve beylerin ortak yönleri de var. Birbirlerinden farklı dönemlerde, ülkelerde yaşamış da olsalar neredeyse hepsi günde en az bir kez yürüyüşe çıkıyor mesela. Bazıları bunu iki kez yapıyor. Yeni fikirlerle ve oksijenle dolarak dönüyorlar masalarının başına. Örneğin, Charles Dickens Londra sokaklarında yürürken bir yandan hikayesini düşünmeye devam ediyor, bir yandan da kendi deyimiyle " üzerine bir şeyler inşa etmek istediği resimler" arıyormuş. Ahh! O kadar özledim ki Londra'yı, yürüyüş yapan bir sürü sanatçı olmasına rağmen, bu muhteşem şehrin adı geçsin diye bu yazıda, Charles Dickens'ı örnek verdim. 

Kitapta günlük ritüelleri anlatılan yaratıcı insanların birçoğunun br diğer ortak noktası da, çok fazla kahve içiyor olmaları. Balzac'ın kahve tüketiminin günde 50 fincanı bulduğunu okuyunca elim ayağım titredi. 

Tabi ki buna bağlı olduğunu düşündüğüm bir diğer ortak yönleri hemen hepsinin uykusuzluktan muzdarip olması. Çoğu ,ilaçlarla uykuya dalabiliyormuş. 

Hangi saatte, hangi pozisyonda, ne acayiplikte alışkanlıkların eşliğinde olursa olsun, hepsi ama hepsi her gün çalışmış. Yazmış, çizmiş, beste yapmış. İlham unsurunu hiç birisi pek ciddiye almamış. Hatta birisi " Ohooo, ilham perisini bekleseydim, yılda 3 şarkı ancak bestelerdim" demiş. 

Yani, gülümsemek gibi aslında. Çok mu zorlama bir benzetme olduğunu düşünüyorsunuz? Bence değil, çünkü gülümsemek için de içinizden gelmesini beklemeyin deniyor ya. İç dünyamızın vücut dilimize yansıması gibi, tersi de mümkün. Bedenimizle ruh halimizi etkileyebiliriz. Masanın başına oturup eline kalemi aldığında, yağmurluğunu giyip havaya aldırmadan yürüyüşe çıktığında, ipek gömleğini giymek için doğum gününü beklemekten vazgeçtiğinde o önemli adımı atmış oluyorsun. Babam hep şöyle der: Başlamak bitirmenin yarısıdır. 

Bir şeylere başlamak için itici gücü dışarıda aramak, kendi potansiyelimizi ve değerimizi küçümsemektir. Halbuki başlamak için bize gereken , tamamen bize ait bir nedendir. " Ben spora başlayacağım, çünkü düzenli egzersiz sayesinde sırt ağrılarımdan kurtulacağım. Bu da beni mutlu edecek" gibi bir sebep mesela. Yüzde yüz benimsediğiniz bir nedeniniz olduğunda, o iş için gereken kaynak, zaman ve enerjiyi buluyorsunuz. Ama "Spora başlamalıyım çünkü kocam kilomla dalga geçiyor" gibi bir nedenle başlanan yolculuk uzun sürmüyor. Adam ,hatunun tayt vesaire masrafını ön görüp " hayatım bir dirhem et bin ayıp örter" gibi bir cümle kurduğu an bırakılabiliyor o spor. 

Elin oğlu şöyle der: If the why is strong enough, how is easy. Yani güçlü bir sebeple başladıysanız bir işe, gerisi teferruattır. 

Kendimi , saadet zinciri firmaların  büyük otel salonlarında yüksek volüm müzik eşliğinde teyzelere yaptığı motivasyon toplantılarında gibi hissettim. 

Anlaşılan o ki, elektrik kesintisi sebebiyle bir kaç saat Face'e , oraya, buraya girmeyince, çoktandır kullanmadığım gariban beyin hücrelerimde bir bayram havası yaşanıyor. Kendimi tutamayıp beste bile yapabilirim, şaşırmayın.

27 Mart 2015 Cuma

Şekerpare




Şekerpare , Tosun Paşa ,Neşeli Günler... Bu filmleri hangi kanalda saat kaçta görsek tutulup kalmaz mıyız? Senaryosunu Yavuz Turgul'un yazdığı   Şekerpare ,tiyatroya uyarlandı ve Şehir Tiyatroları'nda sahnelenmeye başlandı. Oyunun ilk gösterimi 25 Mart Çarşamba günü Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde gerçekleşti. Üç saat sürmesi gereken oyun alkışlar ve oyuncuların doğaçlamalarıyla geceyarısı bitti ama kimse bundan şikayetçi değildi.

Bilmeyenler veya anımsayamayanlar için kısaca hatırlatmak gerekirse; Şekerpare'nin hikayesi 1800' lü yıllarda Galata’ da geçiyor. Galata esnafının en büyük  sorunu, “Komiser Ziver” ve yalakası “İt Hurşit" .Bu ikilinin Galata’ ya her dediğini yaptırmaları , millet azıcık sesini çıkaracak olsa "padişahım çok yaşa diye" bağırmaları ve kurulu düzenlerini bozma eğiliminde olanlara aba altından sopa göstermeleri sadece bana değil tüm salona bugünümüzü ve başımızdakileri düşündürdü. Komiser Ziver'in  hiddetlenip Galata Kulesi'nin tepesinden yaptığı bazı konuşmalar bize bağzı malum balkon konuşmalarının sahibini hatırlattı. 

Komiser Ziver rolünde Engin Alkan , şimdiden söylüyorum, bence bir efsaneye imza attı. Filmde Şener Şen'in canlandırdığı ve hafızalarımıza kazıdığı karakter, Engin Alkan sayesinde tiyatromuzun da bir klasiğine dönüşecektir diye tahmin ediyorum. Tıpkı Zihni Göktay'ın Lüküs Hayat'ta 28 sene boyunca hayat verdiği Rıza gibi.

Engin Alkan tandığımız, senelerdir keyifle ve takdirle izlediğimiz bir oyuncu olduğundan benim için Şekerpare'deki sürpriz "İt Hurşit" i canlandıran Aybar Taştekin oldu. Aynı anda hem kıskanç, hem korkak hem de tehditkar olurken bizi çok güldürdü. Şekerpare'yi daha ön sıralardan bir daha izlemeyi ve Hurşit'in mimiklerini daha yakından görmeyi çok isterim. 

Yüksek temposu hiç düşmeyen, vaktin nasıl geçtiğini anlamadan izleyeceğiniz bir oyun Şekerpare.

25 - 28 Mart'ta Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde,
1 - 4 Nisan'da yine Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde, 
16-18 Nisan'da Kağıthane Sadabad Sahnesi’nde, 
29 Nisan - 2 Mayıs tarihlerinde ise Üsküdar Musahipzade Celal Sahnesi’nde seyirciyle buluşacak. 

Tiyatroya gitmek hep daha zordur, önceden plan yapmak gerekir. Sinemalarda haftanın her günü , günde dört beş seans döner aynı film. Bir yerde yakalarsınız mutlaka. Tiyatroya gitmek içinse aylık programı edinmek, hangi gün nerede oynandığına haftalar öncesinden bakmak icap eder. Ama çok insani bir tarafı vardır tiyatronun. Bir kaç adım ötenizde aşık olurlar, kavga ederler, ölürler, korkarlar...Nefeslerini , adımlarını duyarsınız. Sahnede bir dünya yaratırlar ve siz inanırsınız. Zaten sizinkinden farklı bir dünyanın varlığına inandırılmaya hazırsınızdır. On beş ,yirmi lira verip yapılabilecek en uzun mesafeli yolculuktur tiyatro. 

Dünya Tiyatrolar Günü kutlu olsun! 

24 Mart 2015 Salı

Aylak Kızın Festival Planları

İstanbul Film Festivali yaklaşıyor. Biletler 28 Mart'ta satışa sunulacak. Filmler 4-19 Nisan tarihleri arasında gösterilecek. IKSV'nin internet sitesinden filmleri ve programı inceleyebilirsiniz. Hafta içi gündüz seanslarının biletleri 5 TL. 


Madem ki gıpta edilen bir aylağım, hakkını vermeliyim diye düşünüyorum. Bazı filmler belirledim, umarım gözüme kestirdiğim seanslara bilet bulabilirim. Haa, filmleri nasıl seçtin, bize de tavsiye eder misin diye sorarsanız, kriterlerimin çok şahsi olduğunu belirtmeliyim. Yani , ciddi ciddi festivalde gidilecek  film önerisi okumak isteyenler için burası çok yanlış bir adres.

Filmin  oynadığı gün, saat, sinema salonu, salon yakınında kahve içilecek keyifli bir mekan bulunması gibi konular benim için çok önemli. Bu açılardan bana uyan filmlerin kısa tanıtım yazılarını IKSV'nin sitesinden okudum. "Festivaldeki her film nasıl olsa güzeldir , ben bilmem IKSV bilir " inancına sarıldım ve özetle aşağıdakileri seçtim. 

Filmleri ve tanıtım yazılarında beni çeken anahtar kelimelerin neler olduğunu görünce bu konuda tavsiye verecek durumda olmadığımı siz de kabul edeceksinizdir.
Film: Manglehorn          Anahtar kelime: Al Pacino
Film: Küçük Karmaşa   Anahtar kelime: Versailles Sarayı, bahçe, peyzaj, dönem filmi
Film: Leopar                 Anahtar kelime: gelmiş geçmiş en iyi tarih filmlerinden biri 
Film: Işıltılı Hayat          Anahtar kelime: elbise, moda okulu, Paris
Film: Ulusal Müze         Anahtar kelime: National Gallery, Londra, resim, hikaye
Film: Küçük Serseri      Anahtar kelime: kara mizah

İstanbul Modern'de Leopar'ı izleyip sonrasında Karaköy North Shield'da bir şeyler içebilirim. Feriye Sineması'nda Manglehorn seyredebilirsem, üzerine kahveyi Kuruçeşme Aşşk Kafe'de alırım. Fransız Kültür Merkezi'nin ( İstiklal Caddesi'nin başındaki yapı)  şahane bir avlusu var, adeta Taksim çölünün gizli cenneti. Oradaki filmlerden sonra çay kahve için başka yer aramam. Beyoğlu Sineması'na gidersem otomatiğe bağlayıp çıkışta Ara Kafe'ye yönelmem. Ulusal Müze'yi izlemişsem eğer, içimde depreşen Londra özlemimi Cihangir'e kadar yürüyüp Geyik'te hafifletmeyi denerim. 

Bakalım evdeki hesapların ne kadarı çarşıya uyacak. Herkese kafasına uygun filmler, damağına göre kahveler temenni ederim efenim. Esen kalınız. 

20 Mart 2015 Cuma

Aylak Kız Heykel Sergisinde


Ayın dünyamıza her zamankinden yakın olduğu, daha büyük ve daha parlak göründüğü bir akşamdı. Topuklu ayakkabılarının üzerinde yorulmuş iki kadın kolkola yürüyorduk. Mantolarımızın içine işleyen soğuğa rağmen İstiklal Caddesi kalabalıktı. Pera Müzesi'ndeki Giacometti heykel sergisinden az önce çıkmıştık. Dördüncü kattaki büstlere ,ama özellikle de gözlerindeki o ifadeye hayran kalmıştım.

"Caddenin  Odakule'den sonrasına eskiden kurtlar inerdi" dedi arkadaşım beresini kulaklarının üzerine çekiştirirken. Kafamı sallayarak onayladım ama aslında başka bir şey düşünüyordum. Sanatçının bir sözünü asmışlardı duvara. Samimi bir itiraftı veya bir tespit. "Gözleri yapabilmek için. Yalnızca gözleri yapabilmek için. Bana öyle geliyor ki, bir gözü birazcık bile olsa yaklaşık olarak kopya etmeyi başarabilsem başın bütününü elde etmiş olurdum. Başka bir kaygım yok." demiş Giacometti.
Büstleri bu kadar etkileyici yapan bakışlarıydı , evet. Hep öyle olmuyor mu zaten?  Bakışlarla başlayıp, bakışlarda bitmiyor mu her şey? Neredeyse otuz sene önce bize okuttukları " bakmakla görmek arasındaki fark" yazısını hatırladım. Her gün yüzümüze baktığı halde içinde boğulduğumuz kederi görmeyenler de vardı, baktığı her yerde kusur görenler de. Bir papatyaya baktığında orada saklı olan masumiyeti ve kırılganlığı da görebilir bir insan, basitliği ve sıradanlığı da...

Ay mı beni bu hale getirmişti? Şiddetli bir gelgitle yükselip alçalıyordum. Dilini anlamadığımız kirli yüzlü kömür gözlü çocuklar dileniyordu. Yüzlerce insan onlara bakıyor ama görmüyorduk. 
Müze giriş ücretinin alınmadığı bir akşamda Pera Müzesi'nde Giacometti sergisine gitmiştim ve baktığım üç beş heykelde neler görmüştüm. Düne kadar adını duymadığım bir adam ,60 sene önce şekilsiz bir taşa öyle anlamlı gözler koymuştu ki, şimdi o bakışlar beni derin ve bağlantısız mevzulara çekebiliyordu. 

Kimbilir her giden ne alarak çıktı oradan? Umarım her heykelin fotoğrafını çeken o insanlar, bir gün o resimlere geri dönüp dürüstçe uzun uzun bakarlar. İşte o zaman orada kendilerini görürler. 

16 Mart 2015 Pazartesi

Mutluluk İçimizde... Ama Tam Olarak Nerede?




Geçen hafta kaybettiğimiz İngiliz yazar Terry Pratchett bir kitabında "kendi hikayeni yazmazsan başkalarının hikayesinin bir parçası olursun" demiş. 

Psikolog Michele Crossley'e göre depresyon ,genelde hayat hikayesinin tutarsız olduğunu  veya kendi hikayesini anlatma konusunda yetersiz kaldığını düşünen insanlarda ortaya çıkıyormuş. 

Anlaşılan o ki, hikaye çok önemli.    Victor Frankl'in “Bizi üzen başımıza gelen olaylar değil; bunlara verdiğimiz tepkilerdir” sözünü "bizi üzen başımıza gelen olaylar değil ,onlardan uydurduğumuz hikayemizdir " diye değiştirebilirim diye düşünüyorum.
Gerçekler dışarıda bir yerde olmasına rağmen kafamızı yalanlarla doldurmuş olabiliriz. 

Beden  eğitimi dersi gibi bir de beyin eğitimi alsaymışız keşke. Çünkü bilim insanları beynimize mutlu olmayı da mutsuz olmayı da öğretebileceğimizi  söylüyor. Mutluluk kaf dağının ardında değil, içimizde. Bunu artık biliyoruz, ama şimdi daha net bir adresi var: Mutluluk beynimizde!

Beyinin hayatımızdaki yeri ve önemini idrak etmek ve hatırlatmak için     13-19 Mart tarihleri arasında Türkiye Beyin Haftası kutlanıyor. Keşke halkımız, "hepimiz beyiniz" diye gaza gelse veya "susma, sustukça sıra sana gelecek" diye beyinleri dürtse.

Türkiye'nin ilk kişisel gelişim uzmanı Mümin Sekman'ın kişisel gelişim ve sosyal başarı üzerine yazdığı kitaplardan bir tanesi de " Her Şey Beyinde Başlar" . Kendi deyimiyle bir "aklını başına toplama kılavuzu".
Değerli yazar, beynimiz için yapabileceğimiz ve aslında yapmamız  gereken bir çok madde ortaya koyuyor. 

Madem ki beyin haftasını kutluyoruz ve madem ki aradığım mutluluk beynimde, ben de özellikle aşağıdaki konulara dikkat etmeye karar  verdim :
• Zihinsel rutinleri kırmak. Örneğin, dişleri öteki elle fırçalamak, insanlara otomatik mesajlar yerine kendi yazdığım tebrik veya geçmiş olsun mesajları göndermek.
• Benden farklı düşünen insanlarla daha fazla konuşmak. Bu insanların yazdıklarıyla, çizdikleriyle, söyledikleriyle daha çok ilgilenmek. 
• Görmek istemediklerime değil, istediğim sonuçlara odaklanmak. 

Yazının başında "kendi hikayeni yazmazsan başkalarının hikayesinin bir parçası olursun" demiştik. Hikayenin yazıldığı yer beynimiz. Dolayısıyla 
başarı da ,mutluluk da, huzur da beyinde başlıyor.
Beyin haftası kutlu olsun!






.


12 Mart 2015 Perşembe

Aylak Kızın Psikolojisi


Sizce bu normal mi?
Evde çorba ,salata ve yoğurttan oluşan öğle yemeğinin ardından dışarı çıkan bir insanın yaklaşık 2 saat sonra suşi yemesi ve ondan da yaklaşık 1 saat sonra eve dönerken bira ve cips alması hatta bu satırları yazarken boş Leffe şişesine boş boş bakması normal midir? Acaba 80 kilo olmaya karar verdim de haberim mi yok? Çünkü akşam üzeri içeceğim sütlü kahvenin yanına da Oreo aldım, içimde tatlı bir telaş, bildiğiniz gibi değil.

Sanırım bu durum psikolojik. Çok değişken bir ruh haline sahibim. Örneğin suşicide otururken mutsuzluktan ölecek gibiydim. Loş  ve boş bir uzakdoğu lokantası düşünün,  penceresinden yoldan geçenlerin sadece diz altı görülen, içerde garsonların televizyon seyredip ömür tükettikleri bir gam yuvası. Benim dışımda dörtlü bir kız grubunun yayıldığı bir masa var. Kızlar enine boyuna psikanalize girişmişler. Bir tanesi dört yıllık ilişkiyi bitirmiş , şimdi eskisiyle hiç alakası olmayan bir çocukla çıkıyormuş. 
Belki de beni kulak misafiri olduğum muhabbet bu kadar üzdü. Zira düşündüm de ayrıldığı erkek , şu anki sevgilisinin işini kolaylaştırmıştı bilmeden. Eskisi tam bir mutlu aile çocuğuymuş ,ağzında gümüş kaşıkla doğanlardan. Hiç bir şey için mücadele etmediği gibi hiç bir konuda karar vermesi de gerekmemiş. Kızın dediğine bakılırsa 4 yıl boyunca  nereye gideceklerini ne yapacaklarını hep hatun kişi belirlemiş. Bunlar sudan bir sebeple ayrıldıktan bir süre sonra kızımız yeni çocukla tanışmış. Yeni herif daha çirkin, İngilizce bilmiyor ama her işini kendi yapabiliyor. Yani  sırf matkap kullanabildiği için bile kızı tavlamış olabilir. Anladığım  kadarıyla eski sevgilinin sünepeliği , çirkin ve eğitimsiz olmasına rağmen yeni sevgiliyi kızın gözünde cilalamıştı. O kızın öyle bir eski sevgilisi olmasaydı , bu -nedense maço ve kompleksli olduğunu tahmin ettiğim- yeni çocuğun  ilişki durumu nice olurdu a dostlar? 

Yani anlayacağınız üzerime vazife olmayan sebeplerle suşi boğazıma düğümlendi. Oradan çıkıp Topağacı'ndan Beşiktaş'a inerken güneş açtı, bir minik kafenin önünde beyaz ferforje sandalyeler gördüm. Beyaz ferforje sandalye kadar insanı anında mutlu eden çok az şey vardır. Hele ki çiçekli minderleri özenle bağlanmışsa. Iki saniyede neşe doldum, Ihlamur Kasrı'na gitmeye karar verdim. Yazımı orada yazacaktım ve şöyle başlayacaktım: " dallarda tomurcuklara ,kuş sesine ve utangaç gün ışığına en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde ..." 

Kasrın Perşembe günleri kapalı olduğunu öğrenince hayata - yeniden- küstüm, güzelim cümle de elimde kalmıştı. Dalgalı ruh halim ve ben Migros poşetimizde taşıdığımız bira ,cips ve Oreo'larla evin yolunu tuttuk. 

Yazı, bira ve cips aynı anda bitti :)

9 Mart 2015 Pazartesi

Tiyatro Sevgisi



27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü. Ben de aylak bir tiyatrosever olarak İBB Şehir Tiyatroları'nda son zamanlarda izlediğim oyunları yazmak istedim:

Bir Yaz Gecesi Rüyası
Shakespeare'in en sevilen klasiklerinden olan "Bir Yaz Gecesi Rüyası" nı izlemeye itiraf ediyorum ki kendimi zorlayarak gittim. Oyun başlayınca gördüm ki , ortada görsel olarak etkileyici, şaşırtıcı bir performans var. Hikaye üç ana eksende ilerledi. Bazen  periler ve elflerden oluşan periler dünyasında bazen de trajik aşk hikayesini sahneleyen esnafların dünyasında geziniyorsunuz veya dört genç aşık arasında geçen olayların ortasında kalıyorsunuz.
Biraz sıkılacağımı düşünerek gittiğim, Levent Üzümcü'nün oyunculuğundan ve hiç beklemediğim görsel performanstan olumlu anlamda çok etkilendiğim bir oyundu.

Cibali Karakolu
Öncelikle oyun süresinin ben izlediğimde daha uzun olduğunu söylemek isterim. Daha sonra demek ki kısaltma gereği duymuşlar. Cibali Karakolu'nun konusunu bilmeyen yoktur sanırım. Zihni Göktay'ı sahne üzerinde canlı seyretmek müthiş bir keyif. Ne yapın edin bu büyük ustayı izleyin. Zihni Göktay her çıktığında tüm salonun enerjisi acaip yükseldi , resmen heyecanlandık, o bizden daha rahattı diyebilirim. 

Çürük Temel
Darülbedayi'nin 1916'da oynadığı ilk oyunmuş Çürük Temel. Hiç bu kadar beğeneceğimi sanmıyordum. Tek perdelik oyun sert bir shot gibi. İflas eşiğinde bir baba, diğerinin hakkını hiçe sayıp kendi hakkını diğerlerine dayatan uzlaşmaz kardeşler ve adil olmaya çalışan bir ana... Oyunculuklar çok iyi. Kesinlikle sıkıcı değil. 

İstanbul Efendisi
Osmanlı'nın Lale Devri'nden sonraki günlerinde geçen bir hikaye. Kızını, seçtiği bir hayırlı kısmetle evlendirmek isteyen ama onun  başka birini sevdiğini öğrenen bir baba var. Babasının cinlere perilere olan inancını ve astroloji ve burç merakını kullanarak  olayların akışını istediği yöne çeviren cilveli bir de kız. Daha eğlenceli olacağını ummuştum.

Kabare
Ben izlediğimde başrolde Özge Borak oynuyordu. Şimdi baktığımda oyuncular arasında ismini göremedim. Zaten kendisi şimdi Balım isimli (Some Like It Hot) başka bir müzikalde oynuyor. Kabare'nin konusu:Bir kabare aktristi ile Amerikalı bir yazarın 1930'lu yıllarda Berlin'de yaşadıkları kısa ömürlü aşk ve onları kuşatan büyük toplumsal kaos. Kalabalık bir kadro, bol bol dans ,adı üstünde kabare:)
Bu müzikalin 1972'de filmi yapılmış ve 8 Oscar kazanmış. 

Ocak
1960'lı yıllarda bir ailenin ekonomik güçlüklerle  ve geçim sıkıntısının getirdiği zorluklarla mücadelesini anlatan bir oyun. Daha sıcak dialoglar, daha yüksek bir tempo olacagini umuyordum. Oyunun en güzel yanı radyodan o dönemin müziğini dinlemekti. 

Oniki Öfkeli Adam
Bir genç adam, babasını öldürdüğü gerekçesiyle cinayetle suçlanıyor. Suçlu olduğunun genel kabul görüldüğü jüride, sadece bir üye bu karara karşı çıkıyor. 
2 saat boyunca sahnedeki uzun masaya ve 12 adet koyu renk takım elbiseli adama bakıyorsunuz. Oyunculuklar başarılı, ritim yüksek. 

Şark Dişçisi
Gezici bir tiyatro kumpanyası müzikli, danslı, şenlikli bir gösteri sunuyor. 19.yüzyıl İstanbul'unda ,birbirini aldatan eşlerin, kavuşamayan aşıkların hikayesini anlatıyor. Tam bir görsel başarı. Tiyatroda en iyi kostüm en iyi makyaj ödülü varsa almalı. 

Terzi
Dekor ve ışık tasarımı ödüllerini de bu oyuna verirdim. Terzi , absürt tiyatronun önemli örneklerindenmiş. Ben beğendim ama yan koltukta oturan teyze horladı, üstelik oyunu gündüz saatinde izliyorduk.  
"Birini yaratmak, biri olmaktan daha iyidir” diyen , her şeyi  yöneten, her şeye kılıf giydiren bir Terzi var. Tehlikeli bir karakter. Bir de  giysileriyle  ancak var olabilenler.Ahmet Saraçoğlu'nun terzi rolü için çok yerinde bir seçim olduğunu düşünüyorum. 

Vişne Bahçesi
19. yüzyıl sonunda Rus aristokrasisinin çözülüşüne ve çöküşüne ayna tutan bir oyun. Anton Çehov yazmış. Aristokrat bir ailenin ellerinde kalan son şey olan vişne bahçesi ,borçlarından ötürü satılmak üzeredir. Üretmeye ve çalışmaya alışık olmayan aile ise servetlerinin son kırıntılarını şuursuzca tüketmektedirler. Vişne Bahçesi genel kültür anlamında eksik kalmamak için izlenmesi gereken bir oyun ama bir özel tiyatroda farklı bir yorum, kısaltılmış oyun süresi varsa  tercih edin derim.

Zengin Mutfağı
Bu oyunu Gezi olaylarından 3-4 ay sonra izlemiştim. 1970'ler Türkiyesi'nde zengin köşkündeki hizmetlilerin, o yıllardaki toplumsal kavga içinde taraf olup olmama konusunda yaşadıkları olayları trajikomik bir şekilde anlatıyor. Başroldeki aşçının ,oyunun uygun bir anında elindeki kepçeyi havaya kaldırıp "her yer Taksim her yer direniş" deyişini hatırlarken hala tüylerim diken diken oluyor. 
Zengin Mutfağı'nda müthiş oyunculuklar ve heyecanlı bir akış var.

Bu ay içinde Şekerpare isimli oyunu izleyeceğim. Daha sonra da Ölü Adamın Cep Telefonu'nu görmeyi planlıyorum.Şehir Tiyatroları'nda bilet fiyatları 14-17 TL arasında değişiyor.
www.ibst.gov.tr  sitesinden veya gişelerden bilet alabiliyorsunuz. 

Çocuklarınıza, yeğenlerinize,  öğrencilerinize tiyatroyu sevdirin. Az da kazansanız ,çok da kazansanız bütçenize uygununu bulun . O büyüden uzak kalmayın. Ben gittiğim en sıkıcı en ağır oyunda bile insan denen varlığın bambaşka bir yüzünü gördüm. Bazen kahve ,kimi zaman şarap içesim geldi çıkışta. 
Helal olsun bizi böyle silkeleyenlere, herşeye rağmen güldürenlere. 


2 Mart 2015 Pazartesi

Aylak Kızın Belgeseli


Geçen hafta birkaç gün üstüste belgesel izledim. Bir fil ailesi göle su içmeye geldi , ama orda başka bir grup vardı. Onların lideri geldi bizimkilere hop dedi, ailenin ergeni kafa tutmaya kalktı ama yemedi. Bu arada anneler yavrularını bacaklarının arasına korumaya aldı. Tüm bunları Bülent Arınç'ın masalcı dede tonuyla yarışan yumuşaklıkta biri anlatıyordu. 

Bütün fillerin isimleri vardı. Hayvancağızların her bakışını ve duruşunu benim için anlamlı hale getiren ise aslında anlatılanlardı. Yani sadece görüntü olsa 10 dakikadan fazla seyretmeyeceğim filler , bir hikayeleri olduğuna inandırıldığım zaman ilgimi çeker hale geldi.  " Lider Bobo, sürünün en havalı dişisi Moli'ye kur yapıyor. Ön ayaklarıyla toprağı eşelerken bir yandan da hortumunu kıvrak hareketlerle sallıyor" ..." Bebek fil Suzi, annesinin yardımı olmadan yürümeyi hala başaramıyor, Afrika'da her yıl x sayıda yavru fil bir yaşına gelmeden ölüyor, burası güçlü olanların kazandığı Falan Filan Ormanları..."  Bu cümleden sonra dört gözle Suzi'nin gidip kendi kendine su içebilmesini bekledim. Bir ara kendi kendime "sadece tembellik ediyor, yoksa maşallahı var bunun " derken yakaladım kendimi.  Suzi ,anne desteği ve torpili olmadan ortalıkta dolaşmaya başlayınca da bir oh dedim. 

Bir gün biri beni uzaktan habersiz bir şekilde kameraya alırsa ve sonra - bazen açıklamasını kendimin bile yapamadığı- bakış ve duruşlarımı çok anlamlı ve düşünülerek yapılmış hareketlermiş gibi anlatacak bir dış ses olursa o ses Engin Altan Düzyatan olsun.

"Vitrinde gördüğü kazağı , mağazada yüzlercesinin arasında ustalıkla buluyor. Kendi bedeninden sadece bir adet kaldığını farkedip kimseye çaktırmadan onu askının en arkasına duvar dibine asıyor. Kadınlık sezgileri onu başına gelebilecek felaketlerden koruyor. Mağazada bir kaç tur atıyor ve daha önce görmediği, ilkiyle alakası olmayan başka bir kazak dikkatini çekiyor. Eline aldığı bu yeni parçayı askılardaki eteklerin, pantolonların üzerine tutuyor. Yanına yaklaşan bir başka dişi, kazağı nereden bulduğunu sorduğunda elindekine artan bir tutkuya sarılıyor. Kasada sıra beklerken hepimizi şaşırtıyor ve mağazaya ilk girdiğinde gömüp sakladığı ilk kazağı yerinden çıkarıp onu satın alıyor. Evinde giyecek hiç bir şeyi olmayan zavallı dişi, bu kışı da donmadan geçirebilecek. Üstelik %30 indirimle."

Güzel fikir bence. Sonra Engin sürpriz bir şekilde karşıma çıksın, ben şaşırayım ama saçım başım yerinde olsun. Çabasız bir şıklık içerisinde olayım ve elimde poşetlerle kahve içmeye gidelim...