21 Eylül 2016 Çarşamba

Zorbalığa Hayır

"Çekingen bir insan mutlu bir insan değildir. Yanlış anlaşılmak çekingenin kaderidir. Birçokları çekingen insanın utangaçlığını küstahlıkla karıştırır. 

Çekingen insan yalnız insandır. Yeryüzünde yaşar durur ama ona karışamaz. Diğerleriyle arasında hep bir bariyer vardır. Hoş sesleri görür, hoş sesleri duyar ama elini başka bir eli tutmak için karşıya uzatamaz. Olduğu yerden eğlenceli grupları izler ve onlarla konuşmak yakınlık kurmak ister. Ama onlar kaygısızca laklak ederken kendisini pas geçerler ve o da onları durduramaz. 

Çekingen insan orada dışlanmış gibi uzakta kendi başına bekliyordur. Ruhu sevgi ve özlem doludur ama dünya bunun farkında değildir. 

Çekingenliğin demir maskesi yüzünü perçinlemiştir ve arkasındaki insan görülemez. Dudaklarına arkadaş canlısı sözcükler ve candan selamlamalar gelir, ancak bunlar çelik kıskaçların arkasında duyulamayan fısıltılar haline gelip ölürler. 

Çekingenlik kesinlikle aptallığın bir belirtisi olmayıp yalnızca aşırı hassasiyet anlamına gelir. "

Yukarıdakilerin tamamı alıntı. Jerome K Jerome'un 1886'da yazdığı " Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler" isimli kitabından çekingenlik üzerine yazdıklarından bir bölüm. 

Çekingenlik her yaşta zor, ama çocukken hepten zordu. Çekingen bir çocuksan, dalga geçilme korkusuyla cevabını bildiğin halde öğretmenin sorularına parmak kaldırmazsın. Arkadaşların sana iyice gıcık olmasın diye yaptıkları aptalca hataları düzeltmezsin. Az ötede duran birilerine -nasıl olsa duymazlar diye- seslenmezsin. 

Öğrencilik hayatım boyunca çekingendim. Üç beş yakın arkadaş edinenildim. Kantindeki eğlenceli grupları uzaktan izlerdim. Yakınlık kurmak istediğim pek çok kişi oldu ama yazarın dediği gibi suratımdaki o çekingenlik maskesi dilimin ucuna gelenleri söylememi hep engelledi. O yaşlar, ergenlerin kendini yanındakine ispatlamak için karşısındakini bozduğu senelerdi. 
Kırk yılın başında çekingenlik maskemi yırtıp aklımdaki müthiş espriyi cılız sesimle bir grupta paylaşmaya kalktığımda ise söylediğim müthiş komik cümleyi ancak en yakınımdaki duyar, gür bir şekilde gruba haykırırdı. Güldükleri lafın kime ait olduğunu sadece ikimiz bilirdik ve yanımdaki arkadaş bunu kafaya takmazdı. 

Arkadaşlarımın çocukları arasında okula başladıktan sonra kekelemeye veya gece çişini altına kaçırmaya başlayanlar oldu. Çekingenlikten değil belki , konunun uzmanı değilim ama okulda canını sıkan birşey olduğunu tahmin ediyorum. Malesef bütün çocuklar birer iyilik perisi, nezaket ve sevecenlik muskası değiller. O küçük yaşlarına , o sevimli suratlarına uymayan, boylarını aşan bir zorbalık sergileyebiliyorlar. Okullarda akranlar arası yaşanan zorbalık bence ciddi bir konu. 

Zorbalık iki türlü olabiliyor; doğrudan ve dolaylı. Doğrudan zorbalık, vurma, tekmeleme, ısırma, çimdikleme gibi fiziksel saldırılar, çirkin yüz ifadeleri ve el kol hareketlerini kapsıyor. Öğretmenlerin veya anne babaların bunu tespit etmesi veya müdahale etmesi daha kolay. 

Dolaylı zorbalık ise çocuğun sosyal olarak yalnızlaştırılması, gruptan dışlanması gibi davranışları içeriyor. İsim takma, alay etme, küçük düşürme, gruptan dışlama dolaylı zorbalık örnekleri. Geçen yaz oturduğum kafeye üç liseli kız gelmişti. WhatsApp'tan kurdukları gruptan mesaj atıp ertesi günü kimsenin Eda ile konuşmaması için arkadaşlarını örgütlüyorlardı. Bunun tespiti ve giderilmesi daha karışık bir durum. 
Arkadaşlarına vuran , tekmeleyen çocuğa verilecek tepki çok net olabiliyor. Halbuki arkadaşlarına isim takan ,dalga geçen ,onları dışlayan yalnızlaştıran çocuklara verilen tepki olayın hangi semtte, hangi okulda, kimin çocuğuna karşı gerçekleştiğine göre değişebiliyor. Çekingen arkadaşlarının kalbini küçük düşürücü esprilerle kıran ergenlere yarının kendinden emin ,özgüveni tam ,girişken ,yarışkan ve vuruşkan büyükleri gözüyle bakılabiliyor. 

Yeni eğitim öğretim yılı başladı. Yaşama ve barınma hakları kadar eğitim hakları da kutsaldır çocukların. Gönül ister ki, okula gitmeyen çocuk kalmasın.  Okullarda doğrudan veya dolaylı zorbalığa göz yummamak ise biz  büyüklerin görevi diye düşünüyorum. 

13 Mart 2016 Pazar

Yan Masadan Gönderdiler

Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Cevap veriyorum, c şıkkı, çok kafede oturan. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul'un değişik semtlerinde değişik kafelerdeydim. Yan veya arka masalarıma birbirinden ilginç müşteriler denk geldi. İstemesem de kulak misafiri oldum bazı konuşulanlara. Başını duyunca da devamını dinlemek için inceden bir gayret göstermedim değil.

Cihangir'de Journey kafe hafta içi bir gün, öğle yemeği saatinde neredeyse tamamen doluydu.Girişteki koltuklarda yakışıklı oyuncularımızdan biri yarı uzanmış yarı oturmuş vaziyette güneş gözlüklerinin arkasında  margaritasını içiyordu. Ben ise yaklaşık beş metre ötemde oturan adam alelade bir yaratıkmışcasına başımı kaldırmadan kitabımı okumaya devam ediyordum. Ne yazık ki ikinci margaritadan sonra yakışıklı oyuncu  kazağını çıkardı, haliyle benim kitap da konsantrasyon da yalan oldu.İşte o andan sonra arka masamdaki iki kadını duymaya başladım. Kafa kafaya vermiş aynı laptop ekranına bakıp sıkıntılı sıkıntılı konuşuyorlardı. O olmaz, o çok uzun. Aa bak ben bunu beğeniyorum. Şunun yüzü güzel ama çok kısa. Aa bak bu aynı zamanda dansçıymış. Mahmut da klip çekicem bana iki güzel dansçı bulun diyordu... gibi cümleler kuruluyordu arkamda.Yapacakları mayo defilesine manken seçmeye çalışıyordu hatunlar.Yani hala Çağla'nın ismi geçiyordu.Pes!



Beyoğlu Tünel'de Türk-Alman Kitabevi'nin kafesinde geniş mekan, yüksek tavan, güzel müzik eşliğinde birşeyler yazarken yan masaya kısa boylu, at kuyruklu, esmer bir adam hızlı ve küçük adımlarla yaklaştı. Sırt çantasından laptopunu çıkarırken bir yandan da omuzu ve kulağı arasına sıkıştırdığı cep telefonuyla konuşmaya devam ediyordu. Tamam, ben burdayım. Gel de bir konuşalım, sen bir anlat bana durumu. Yoksa ben bu kafayla o i....ye öyle bir mail atacam ki feleğini şaşıracak. Adam o kadar sinirliydi ki, elektriği bana kadar geliyordu. ( o kurnadan bu kurnaya çirkef sıçramış / Tosun Paşa / hamam sahnesi)
Ben kahvemin yarısındayken, sinirli masa komşumun sakin arkadaşı geldi. Kirli ve soluk montunun ceplerine soktuğu ellerini dışarı çıkarmadan oturdu. Bizimki başladı. Vay efendim , emeğe saygı diye bir şey varmış. Eser sahibi kendisiymiş, niye kendisine dönülmemiş.O senaryo daha redakte olacakmış, heralde o da biliyormuş. O geri zekalı dil bilgisi hataları var diye mesaj atmış.Sakin adam eser sahibi arkadaşının ses yüksekliğini kafe ortalamasına getirmeye çalışıyordu ama işi zordu. Daha da zor olanı galiba ona senaryosunun da zaten bir şeye benzemediğini söylemekti. Acaba dedi, abicim acaba, aynı anda altı senaryo birden yazmaya çalışmasan, birine odaklansan daha mı iyi olur?
Off, ne zordur bilirim, kankaya hayatın acı gerçeklerini söylemek. Kızım o çocuk sana hayatta bakmaz diyemezsin.Tükendim senin bitmeyen işyeri dedikodularından diyemezsin. Ulan sen kim, senaristlik kim hiç diyemezsin.



Teşvikiye'de caminin arkasında 44A  kafede  birbirinden ilginç tabloların arasında  huzur içinde kitabımı okuyup kahvesi bol lattemi yudumluyordum. Senelerdir efendiliği ve güleryüzlülüğü ile bizi önce All Sports'ta şimdi 44A'da ağırlayan Ersin sağolsun. Kahvesi bol, sütü bol, yarım, büyük... Kişiye özel haute couture latte uzmanıdır. Ben böyle  kahve ve kitap keyfi yaparken, cep telefonum da az ötede deri koltuğun dibindeki prizde şarj oluyordu. İçeriye kahkahalarla gülerek ve Almanca konuşarak genç bir çift girdi. İkisi de ince ve uzundu ve daracık siyah pantolonlar giyiyorlardı. Kızda bere vardı, adamın saçları uzun, kirli sakalının gizleyemediği yüzü güzeldi. Arkalarından kısa boylu, tombul ve gözlüklü arkadaşları yetişti. Tombul, nereye oturalım dedi. Güzel surat şu koltuğa geçelim dedi. Bereli kız Almanca boş boş ve sevimli sevimli baktı.Onlarla birlikte ben de koltuğa yöneldim. Tombul üzerine oturmadan şarjdaki telefonumu almak için harekete geçtim. Güzel surat almanıza gerek yok, şöyle kenara koyun, söz veriyoruz karıştırmayız dedi.Hah, hah sevimli şey diye iç geçirdim. Efendim, bu şakacı arkadaş DJ'miş. Akşama Kadıköy'de bir mekanda çalacağı şarkıları hazırlamak üzere devasa boyuttaki kulaklıklarını taktı ve bilgisayarını kucağına alıp ayaklarını uzattı. Tombul tipin Almanca bir kitabı Türkçe'ye çevirmekte olduğunu ve bitirmesine az kaldığını da öğrendim. Bereli kız da ben kalkana kadar DJ'in ensesini okşadı.



İstanbul'un ne kafesi biter ne muhabbeti. Bilmediğimiz masalarda filtre kahveler, enginarlı tahıl salataları, unsuz browniler arasında ne işler bitiriliyor kim bilir.

İyi mi kötü mü haberler?

Dikkatimi çeken iki haberi sizinle paylaşmak istedim. Herkesin dediği gibi ülke gündemi öyle bir  kazan ki, aşağıdaki gibi konular da bence önemli olduğu halde arada kaynıyor. 

İlki  turizm sektöründen. Turizm Yatırımcıları Derneği’nin  Başkan Yardımcısı  Türk vatandaşlarının yurt dışına çıkışlarının zorlaştırılmasını istemiş. 




“Tatilcinin iç pazara yönlendirilmesi için bir takım yasaklar, vergi yükleri konulmalı. Yoksa tatilci kimseyi dinlemez alır bavulunu yurt dışına gider.Vize zorluğu ve yurtdışına çıkış harçlarının artırılması tatilciyi otomatikman iç pazara çevirir. Biz bu tür tedbirleri acilen bekliyoruz” demiş. 

Enteresan bir yaklaşım. Senelerce geleni gideni vicdansızca kazıkla, aptal yerine koy sonra da ben nerde yanlış yaptım diye takkeyi önüne alıp düşüneceğine millete cebren ve hile ile kendi istediğin yerde tatil yaptır. 

Zaten genel bakış açımız ve çözüm arayışlarımız böyle olmuyor mu? Bir şeyin iyisini kötüsünü artısını eksisini anlatmak, karşındakini ikna etmek yerine öbür şeyi seçmesini zorlaştırmak hatta engellemeyi tercih ediyoruz. Kolaycılık genlerimizde mi var nedir? Bizi neden tercih etmiyorlar, neden insanımız başka memleketlerin otellerini, sahillerini, sokaklarını, restoranlarını ihya ediyor diye kafa yormak yok. Yunan adalarına gitmeyen kalmadı neredeyse. En çok da neden biliyor musunuz, aynı paraya adam gibi bir kalamar yemek için. 

İkinci haber sağlık sektöründen. SGK, akciğer kanseri olan hastaların ilaç parasını ödemek için ‘hiç sigara kullanmamış’ olması şartını getirdi. Yani cumhurbaşkanımızın sigaraya antipatisini biliyoruz. Zaten yararlı bir alışkanlık olduğunu iddia edecek de değilim. Ama bu meretin zararlarını bu kadar yoğun bir şekilde konuşmaya son yıllarda başlamadık mı? Mesela anne babalarımızın jenerasyonu işyerinde, toplu taşımalarda rahat rahat tüttürmüş. Ne yasak varmış ne kural. Hatta o zamanlar "şunu bari çocukların yanında içmeyelim" bile denmiyormuş. O yüzden nerdeyse hepimiz bir bakıma pasif içiciymişiz zaten. Ha bir de şu var tabi, bir insan sırf sigara içtiği için mi akciğer kanseri oluyor? Asbest solunan çalışma ortamları, çimento fabrikaları, boyahaneler, daha bilmediğimiz nice zorlu şartlarda senelerce çalışan insanlar sadece sigara içtiği için mi akciğer kanserine yakalanıyor? 

SGK'nın tasarruf amacıyla almış olduğu bir kararmış. Üzerinde tekrar düşünürler diye umuyorum. 

Düşünmek. Muhakeme etmek. Analiz yapmak. Bunlar ancak çalışan bir beyniniz ve vicdanınız varsa mümkün. Çocuklarımızı, yeğenlerimizi gönderdiğimiz her okulda bunu öğretiyorlar mı emin değilim. Düşünmeyi, merak etmeyi, sorgulamayı, kendini ifade etmeyi... Anne, baba, hala, amca olarak bizim çocuklara yapabileceğimiz en büyük iyilik onlara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak olacaktır. Sadece bize bizi öven, sırtımızı sıvazlayan, rahatımızı kaçırmayanları değil farklı dünyaları, farklı koşulları anlatan kitapları da okumalılar. Okumalıyız. 

İşte bu noktada yazımı sonlandırmadan önce değerli arkadaşım Bahar Eriş'in başlattığı kitap okuma kampanyasını hatırlatmak istiyorum. Lütfen www.bahareris.com adresini ziyaret ediniz. 

Beni Ben mi Delirttim?

Söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna... Halimiz yaman anlayacağınız. Dipsiz kuyular bulup oralara mı bağıralım ne yapalım? Midas'ın kulakları eşşek kulakları diye. 

Sır saklamak insanı hasta ediyormuş. Bilimsel araştırmaların sonuçlarına dayanarak söylüyorum. İnsanlara fiziksel güç gerektiren bir iş vermişler, bir kütüphane dolusu kitabı bir odadan diğerine taşımalarını istemişler. Taşıdığı sırrın ağırlığını zaten her daim omuzlarında hissedenlerin pili bir kaç raf kitabın yerini değiştirmeye anca yetmiş. Gizlediği her neyse , o ne kadar büyük, ne kadar - konuşursam çok kişinin canı yanar- modeli bir sır ise kişiyi o kadar yorarmış. Yani insanın yaşını gizlemesi başka bir şey, çocuğun babasının o adam olmadığını saklaması başka. Aşkımı bir sır gibi senelerdir sakladım diyenlerdenseniz, dikkat edin bağışıklık sisteminiz alarm vermek üzere olabilir. 



Madem psikoloji üzerine atıp tutuyorum, bir başka araştırmanın daha sonuçlarını aktarayım size: İnsanlara sormuşlar, kardeşim size hemen şimdi 20 volt elektrik mi verelim, yoksa önümüzdeki bir saat içinde bir ara 10 volt almayı mı kabul edersiniz? Deneklerin çok büyük bir yüzdesi aman ne olacaksa şimdi olsun, ne zaman olacağını bilmeden beklemek daha büyük sıkıntı demiş. 

Çalışırken en sevmediğim işleri sabahtan yapar, sesini duymaya tahammül edemediğim müşterileri erkenden arayıp gazlarını alırdım. Gün içinde her çalan telefonda arayanın o kadın olma ihtimaliyle huzursuz olmaktan kendimi kurtarmış olurdum. İlerleyen zamanda başınıza geleceğini tahmin ettiğiniz ama tam olarak ne zaman olacağını kestiremediğiniz zor durumlarla ilgili olarak böyle bir  davranış geliştiriyormuşsunuz. Kontrolü ele almış oluyoruz güya. Beklemek ölümden zor hesabı. Filmlerde adama her türlü işkenceyi yapıp öldürmemeleri kötülerin insan psikolojisinden anladıklarını gösteriyor. 



Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde geçen hafta bir cinayet işlendi. Bir hasta diğerini gece yastıkla boğdu. Adam hemen ölmedi, kamera kayıtlarına göre yaklaşık iki saat can çekişti. O kamera kayıtları hastalar birbirine zarar verdikten sonra izlemek üzere mi yapılıyor merak ediyor insan. Karaciğerimiz, gözümüz, dizimiz hepsi değerli tabi de, ruh ve  sinirimizi emanet ettiğimiz kişi ve kurumlar da çok çok önemli. 

İnsan psikolojisi en narin ipek iplerle örülmüş bir ağ gibi. Hoyratlığa, umursamazlığa dayanmıyor. 

2 Mart 2016 Çarşamba

Oscarlı Dolandırıcı

Televizyonda dolandırıcılıkla ilgili bir haber izledim. Yüzlerce kişi adına kredi almış, yemiş içmiş gezmiş bir utanmaz adam hakkında. İki koluna giren polislerin eşliğinde otomobile götürülürken kendisine uzatılan mikrofonu da yöneltilen soruyu da boş bırakmadı. Neden yaptınız diye sordu muhabir. İhtiyacım vardı dedi. Villada mı oturmaya ihtiyacınız vardı? ( Adam parayı güzel yemiş anlaşılan) Evet, lüks yaşamak istiyordum. ( kim istemez?) Dolandırıcı bey pişkinlikte sınır tanımıyordu. Muhabir çocuk elleri kelepçeli adama arabaya ittirilmeden son bir soru sordu. Dolandırdığınız o kişiler ne olacak, hiç onları düşündünüz mü? Adama pişmanım demesi için son bir şans tanıyordu resmen. Fakat herif polis otosunun arka koltuğundan kafayı uzattı ve  muhabire " fırsatım olsa seni de dolandırırım, yaz, bunu da yaz" dedi.  





Böyle şaşırtan cevaplar veren hergeleleri pek seviyoruz değil mi? Neredeyse yaptığının suç olduğunu unutup adamı zeki ve komik bulacağız. Ha birini sevmemiz için komik olması şart mı? Vergisini, sigortasını tam ve zamanında ödeyen, sokakta köpeğinin kakasını poşetle toplayan, çift sıra parketmeyen, dolmuşta para uzatırken lütfen diyen birini yeterince parlak espriler yapmıyor diye daha az sevme eğilimi gösterebiliyoruz ne yazık ki. 


Sırf bu yüzden herkeste bir fırlamalık, bir komiklik , hazırcevaplık çabası gözlemliyorum. O bana dedi ki, ben de ona dedim ki diye devam eden muhabbetlere kulak misafirliği yapıyorum. İyi demişsin, oh kapak olmuştur ona, oğlum nerden buluyosun bu lafları yaa şeklinde kahkahalar eşliğinde son buluyor diyaloglar. 


Shakespeare'in bir sözü var, okuduğum Başarı Bilimi isimli kitapta karşıma çıktı: "Sahip olmadıklarına ulaşmak için çabalarken sahip olduklarını unuttuğun için mutsuzsun." 

Olmadığımız biri gibi davranmaya çalışırken, sahip olduğumuz değerleri unuttuğumuz için de mutsuzuz bence. 


Dolandırıcı hangi hissiyattadır bilemem. Muhabire verdiği cevaplarla televizyona çıkmanın - bizim anlayamayacağımız- gururunu yaşıyor olabilir. 

15 Şubat 2016 Pazartesi

Pasta Yoksa Ne Yesinler?

Geçen gün garsonun ayakta uyuyanını, fırındaki kruvasandan haberi olmayanını yazmıştım. Sen misin ilgi isteyen? Bugün gittiğim yerde çayın yanına çikolatalı pasta istedim. (Yanlış anlaşılmasın, öğle yemeği yerine. Bu diyet işe yararsa kitap yazacağım. Günün %80’inde badem ve kuru erik eşliğinde aç gezip geri kalanında böyle saçma sapan bir pasta bir dondurma götürüp gece yatmadan yoğurt yiyorum.) Neyse pasta diyordum, yok yahu garson diyordum. Yani insan bazen hiç sohbet havasında olmaz da, kuaförde veya takside illa ki dünyanın en konuşkan elemanına denk gelir ya, o hesap. Merak etmeyin topluyorum birazdan. Ahhh, açamamışım ki daha konuyu. Şöyle:



Türlü türlü gerçek ve gerçek üstü (kafamda yarattığım) sıkıntılarımdan bunalmış vaziyette yaptığım ve beni rahatlatmayı başaramayan bir yürüyüşün ardından yine soluğu bir Nişantaşı kafesinde aldım. Lokasyon merkezi, dekorasyon sıradan, menü silik. Bugün sıfırcı hocadan beterim. Hımm, menüde bulamadığım mutluluk patlaması şu ilerideki dolapta olabilir mi?

-Tatlı siparişi için sizi pasta dolabına alalım.
-Peki alın.

Offf hepsini nasıl da azimle anlatıyor. Tamam, ilk gösterdiğini alacağım be adam.Bal kabaklı ve ıspanaklı pasta... Oreolu cheesecake... Baileys’li tiramisu... Çıtır çikolatalı ve yer fıstıklı pasta...

Çay ve pasta ivedilikle masama geldi. Bazı şeylerin hakkında konuşmak o şeyin bizzat kendinden daha heyecanlı olabiliyor, değil mi? Tıpkı bu önümdeki pasta gibi. Kavuştuğumuz anda ondan bıkmıştım bile. Sanırım kafam anlatamayacağım kadar karışık. Pastanın yarısı tabakta melül melül bakınırken ilgi yumağı garson geldi ve beğenip beğenmediğimi sordu. Problem mi vardı?  “Problem çok be güzelim” dememek için kendimi zor tuttum. Pastanın şahane olduğunu söyledim. Rüya gibi tatlı, günah gibi lezzetli olduğunu ekledim. (içimden)

-Kalanı paket yapar mısınız?
-Tabi.

Avuç içi kadar pastayı kafam kadar bir kutuya yerleştirip, onu da alengirli bir karton çantaya koyup getirdi.Karşımdaki sandalyeye bıraktı. Artık yalnız değildim, pastam bu sıkıntılı günümde bana eşlik ediyordu. Akıllı telefonuma gömüldüm, bir süre  kafenin sağladığı internet ortamını sömürdüm. Derken garson yanaştı. Ya sabır!

-Paketinizi buzdolabına koyalım isterseniz.
-Gerek yok, fazla kalmayacağım.
-Buzdolabına...

Al kardeşim, al. Nereye istersen oraya koy. Seni mi üzeceğim? Kimseyi üzemediğim için bu haldeyim zaten. Seni de üzmem.

Beş dakika daha oturup kalktım. Şimdi evdeyim, pasta da buzdolabında. Bense mate çayı içerken yazıyorum bu satırları. Hayat neden bu kadar zor!?!


Bu ne cüret! Bu ne acı!

BU NE CÜRET! BU NE ACI!
Bana sormadılar mavinin adını koyarken
Yakının aslında epey uzak,
Bazı lafların baldan tuzak ve
Bazı adamların zinhar yasak olduğunu da
Çok geç öğrendim.
Anladığımda iş işten geçmiş, gökten elmalar düşmüştü.
Ateş yaktı, hayat yordu
Yalnızken üşüdüm, kalabalıkken sıkıldım
Her bahar aynı şevkle açan çiçeğe şaşar oldum.
Bana sormadılar bire bir, ikiye iki derken
Merak ediyorum kim karar verdi
Bir ağaca aşık olamayacağıma?
Ya aynı anda iki ağaca aşık olursam?
Kızar mısınız? Üzülür müsünüz?
Benden korkar mı yoksa bana tutulur musunuz?
Hislerinize bu isimleri kim verdi?
Ya adını koymadıklarınız?
Onları yok mu saydınız?
Yok olur mu sandınız?
Bu ne cüret! Bu ne acı!


19 Ocak 2016 Salı

Neyin Peşindesin?

Zekanızı, zamanınızı ve enerjinizi hangi işe koyduğunuz , size kim olduğunuzu gösterir. Mevlana'nın dediği gibi "neyin peşindeysen, osun sen. " 

Yukarıdaki paragraf okumakta olduğum  Başarı Bilimi isimli kitaptan. İster istemez insan bu soruyu kendine sorup telaşa kapılıyor. Televizyonlarda en çok izlenen enerji, zaman ve zekamızı sünger gibi emen programlar ortada. 

Örneğin diziler...Zengin ve kötü kadınların fönlü ve sahne makyajlı olarak portakal suyu içtiği kahvaltı sofralarıyla açılan, ofislerin aşırı tertipli, erkeklerin pantolonunun asla ütüsüz olmadığı diziler. 



Ortalıkta bu kadar çok dizi olunca doğal olarak büyüyen bir figüran ihtiyacı da söz konusu. Sabahın köründe amele pazarından "sen, sen, bi de sen" diye adam toplandığı gibi bazı minibüslerin belli saatlerde bazı mahallelerdeki belli noktalara gidip figüran topladığını öğrendim. Günlük ihtiyaç neyse artık, esas kızla oğlanın sahnesinde arka fon  okul kantini mi, semt pazarı mı, cami çıkışı mı , bar mı, çay bahçesi mi ona göre seçiliyor günlük oyuncular. Tabi bazen şöyle durumlar da yaşanıyor, 70 yaşında ak sakallı dede bekliyor minibüsü, ama o gün öyle bir motife ihtiyaç yoksa dede kös kös ardından bakıyor aracın. Figüran dedemiz bir röportajında mesleğiniz nedir sorusuna "oyuncu" diyor. Hangi rolleri oynarsınız dendiğinde de "kuru kalabalık" yanıtını vermekte sıkıntı görmüyor. 


Ne müthiş bir şey! Keşke gerçek hayatta da insanlar kimilerinin hayatında sadece kuru kalabalık olarak var olduklarını bilebilseler, anlasalar. Düşünsenize siz kendinizi ciddi ciddi arkadaş sanıyorsunuz mesela ,meğer günlük kalabalıktan öte değilmişsiniz. Bunu anlayamamış olmanız karşı taraf için ne büyük problem, hayal edebiliyor musunuz? Daha açık konuşayım: Beni daha sık arayacaklarını, merak edeceklerini, takip edeceklerini umduğum kimi insanlara benimle az ilgilendikleri için gönül koymuş veya trip atmıştım. Onlardan özür dilerim. Ben bu ilişkide figüran olduğumun farkına şu an vardım. Haddim olmadan başrol kaprisi yapmışım! Ah bu ben ...

Bu yazı birilerine mesaj veya kapak olsun diye ya da laf sokmak amacıyla yazılmadı. Sadece , okuduğum kitaptan yola çıkarak, zamanımı ve enerjimi en çok nerelerde harcadığımı düşündüm. Bazı arkadaşlarımdan onlara verdiğim kadar sevgi, saygı, samimiyet geri almayışıma kafayı çok taktığımı farkettim. Oysa onların hayatındaki rolümün kuru kalabalıktan öte olmadığını bizim figüran dede kadar rahat bir şekilde kabullensem hersey hepimiz için çok daha güzel olacak gibi görünüyor. 

Kim neyin peşindeyse oymuş madem, benim nasıl biri olduğum çok ortada. Güzergahı uyan  düşsün peşime. 

14 Ocak 2016 Perşembe

İçimde Garip Bir His Var


Duymak istediklerinizi mi anlatayım sizlere? Yeni yılın ilk yazısında , 2015'in hata ve günahlarının muhasebesini mizahi bir dille yapsam güzel olmaz mı? Göbeğimi yok etmek, daha çok okumak ve daha düzenli yazmakla ilgili umut dolu cümleler doldursa bu satırları hiç fena olmaz, di mi? Yeni ajandamın ilk sayfasına yazacağım yeminleri burdan sizinle paylaşsam çok eğlenmez miyiz?

Dağılın arkadaşlar, bu bir motivasyon yazısı değil (spoiler). Burası benim belki de benden beklendiği gibi davranma mecburiyeti hissetmediğim tek yer. Yani içimden geldiği gibi olabildiğim bir gizli özgürlük alanı. Benim ruh halim, ilgi alanım neyse, aklımı fikrimi ne meşgul ediyorsa onu yazdım hep. O yüzden tuhaf, dalgalı, komik, ağlak, entel, dantel, ukala, ezik, prenses ve varoş olabiliyor.

Yazılarımı hep kendim gibi, içimden geldiği gibi yazdım. Başka türlüsünü yapabilecek kadar iyi değilim henüz. Bugün de size içimizden birilerini anlatacağım. Buyrun:

AK Partinin TBMM grup toplantısında bir genç kız baygınlık geçirdi. Sıcaktan , havasızlıktan belki heyecandan bilemiyorum. Akşam haberlerinde izlediğim görüntü şuydu: Kızcağız yerde uzanmış, başına toplananlar elini kolunu oğuşturmaya, su içirmeye, kolonya koklatmaya çalışıyordu.  Tüm bu iyi niyetli ilk yardım halkasının bir arkasında , bayılan kızla aynı yaşlardaki bir genç hanım gülerek tüm olanları cep telefonuna kaydediyordu. Elindeki telefon kadar aklı kalmamış, fikri zaten hiç olmamış bir yurdum insanı. İçimizden biri. Bu hatunla belki aynı otobüse bindim , aynı mağazanın kabin sırasında bekledim, aynı taksinin leş gibi kokan koltuklarına iğrenerek oturdum. 

Dikili civarında 31 mültecinin cesedi sahile vurdu. Kıyıya vuranların tamamında can yeleği takılıydı. Yeleklerin içinden daha çok yalıtım, ambalajlama ve dolgu malzemesi olarak kullanılan malzemeler çıktı. Normalde can yeleği yaklaşık 75 TL gibi bir fiyatla satılırken, merdiven altında üretilen ölüm yeleklerini zavallılar tanesi 20-30 TL'ye almışlar. Çanta kumaşı ve kıymık süngerlerle imal edilen yelekler, hayat kurtaracağına ıslanıp ağırlaştıkça sahiplerini ölüme götürdü. Karaya vuran onlarca mülteciye sattığı sahte can yelekleriyle ölümlerine sebep olan adam, malesef o da içimizden biri. Muhtemelen bu işi yapmadan önce de en kötü plastikten yapılmış en kansorejen plaj terliklerini ve  kovaları sattı tatilcilere, yazlıkçılara, yani bize. 

Düşündükçe içimizdeki birilerine olan sabrım ve iyi niyetim tükendi. Ne pismiş içimiz arkadaş! İyilere odaklanmak, onları anlatmak , cilalamak da gelmiyor içimden. Çok matah biri olduğumdan değil, ama ilk olaydaki kalitesizlik ve diğerindeki vicdansızlık beni günlerce düşündürdü. Yeni yıla başlarken ruh halim zaten havai fişekler ve eller havaya modunda değildi. Kendimle kavga edip , tembelliğimi ve cesaretsizliğimi acımasızca eleştirirken gördüm ki millet bayılan arkadaşlarının fotoğraflarını WhatsApp'tan gruba gönderiyormuş. Adamın biri can yeleği diye ölüm satıyor, akşamları yemekten sonra dizi karşısında aynı benim gibi uyuyormuş. 

2016'nın ilk yazısı daha eğlenceli olsun isterdiniz biliyorum. Ben de isterdim ama içimden böyle geldi. 

İmza: İçinizden biri