26 Ekim 2022 Çarşamba

Liselim

 
Selam, ben Yusuf. Yolda yürürken omuz attığınızda özür dilemeye gerek duymadığınız, yüzüne bakmadığınız, dişleriyle, sivilceleriyle, yarım yamalak çıkan sakalıyla dalga geçtiğiniz liselilerden biri. Otobüste, metroda sırtındaki çantadan, ter kokusundan, kulaklığından yayılan müzikten, gülmesinden, konuşmasından, heyecanından, kontrol edemediği enerjisinden kısacası yaşının her türlü semptomundan şikayet ettiğiniz sevimsiz çocuk irisi. Liseli. 

Gerçi bazı dizilerde bizi, geniş omuzlarını ve adaleli vücudunu sımsıkı saran okul gömleği içinde koca koca adamların oynadığı da oluyor. Altlarındaki arabayla okula, oradan dolgun dudaklı atarlı giderli kız arkadaşıyla at binmeye gidiyorlar filan. Lisede böyle yaşayan otuzuna gelince neyle tatmin olur? Sıradan arabalar, sıradan atlar ve sıradan kızlar kesmez artık bu abiyi. Yalılı şirketli entrika dizilerinde devam eder macerası. 

Neyse, bana dönelim. Boktan bir hayatım var. Annem, ders çalışmak ve okula gitmek dışında yaptığım her şeyin vakit ve para israfı olduğunu düşünüyor. Beni kocası olmadan tek başına büyüttüğü için ona, diğer çocukların annelerine duyduğunun iki katı minnet duymalıymışım. Büyütememişsin ki zaten! Aha işte böyle kavruk, beden dersinde sıra sonu, medium  eşofman giyen biri olabilmişim. Bıraksaydın bir zenginin kapısına. Biraz protein, biraz yazlık güneşi, Alman dadı ihtimamı filan görseydim büyürdüm serpilirdim belki. 

Kızlar yüzüme bakmıyor. Kendileri sanki birer Kendall. Göğüs çatalı gösteren, yırtık kot şortla gezen her hatun da hemen havaya girmesin be.

Neyse ya çok da dert etmiyorum kızları. Ünlü bir yazar olunca, yazdıklarımın filmleri dizileri çekilmeye başlayınca hepsi diz çökecek önümde.

Banka soyacak veya kalpazanlık yapacak halim yok. Jigolo olamayacak kadar da tipsiz ve tutuk biriyim. Okuldaki edebiyat hocalarının dediği gibi, beni anca yazı kurtarır. Beni yazı kurtaracak ortalama ve sıradan olmaktan. Görülmeyen, tercih edilmeyen, boşlukta kapladığı yeri kimsenin umursamadığı biri olmaktan şu elimdeki kalem kurtaracak beni. Hocalar böyle demedi de, "ileride imza gününe geldiğimizde bizi sırada bekletme" diyerek yüreklendirdiler. Bana, içinde yürümekten bunaldığım bu uzun karanlık tünelin ucunda ışık kırıntıları olduğunu ima eden şeyler söylediler.

Liseler arası öykü yarışmasında iki sene üst üste birincilik aldım. Annem, bunu veli toplantısına geldiğinde öğrendi ve akşam ders çalışmak yerine "böyle şeylerle" uğraşmamın onu nasıl üzdüğüyle ilgili kısa ve  bayık bir söylev çekti. "Bu okulu ben mi bitiricem oğlum, sen bitireceksin. Aklını başına topla, azıcık da beni düşün." Finali klasik oldu.
Annemin beni en son ne zaman ne için tebrik veya takdir ettiğini hatırlamıyorum zaten. Merak edip de öykünün konusunu bile sormadı. İyi de oldu aslında. Bir kaç gün de onun için söylenirdi. Ekstra sıkıntı. 

Babamın ailesiyle görüşüyor olmamdan feci şekilde şüphelenen annemin peşime taktığı Dedektif Timur'un beceriksizleriyle alay ettiğim bir hikayeydi. Her gün bilardo oynamaya gittiğim İnziva Cafe'deki hava nasıl olursa olsun mont giyen ve saçının peruk olduğu çok belli olan o adamdan yola çıkarak uydurduğum bir karakterdi Dedektif Timur. 

İnziva Cafe, tostun içindeki kaşarın zar inceliğinde olduğu, çayın klor, ortamın rutubet, sigara ve patates kızartması koktuğu bir yerdi. O karışık kokuya gün geçtikçe alışmış, onun verdiği o "konfor alanı" hissini gittiğim her yerde arar olmuştum. 

Bugün bu satırları da size buradan, İnziva'dan, kendimi en güvende hissettiğim yerden yazıyorum. Tıpkı bütün öykülerimi yazdığım gibi. Burhan Amca (namı diğer Dedektif Timur) her zamanki masasında televizyon seyrediyor. Pasajın tuvaletçisi Topal İbrahim'in babası olduğunu ve karısı öldükten sonra evde yalnız kalamadığı için oğlunun onu her gün yanında getirip İnziva'ya oturttuğunu öğrenmeden önce yazmıştım Dedektif Timur'u. 

Burhan Amca hasta olmaktan çok korktuğu için soğuk sıcak demeden hep aynı mavi montu giyiyor. Peruğun olayını ise ne kendisine ne oğlu İbrahim'e sorabildim. Yeni yetme kıl kuyruk bir liseliyim eninde sonunda. Kim beni karşısına oturtur da adam gibi muhabbet eder? Olsun, sabırla o günü bekleyeceğim. O gün geldiğinde, ilgiyle ve benden ilgi dilenerek bakan gözlerle sorduğunda o gazeteci kız,  uzaklara bakarak cevap vereceğim. "Evet, ilk kitabımı çıkarmadan önce seneler süren bir inziva sürecinden geçtim..." 


21 Ekim 2022 Cuma

Sungurlu

 

Bazen hep aynı şeyleri yazıyormuşum gibime geliyor. Halbuki herkesin başına her gün gelmeyen bir şey anlatayım istiyorum size. Aklıma seneler önce Çorum Sungurlu’ya yaptığım kısacık seyahat geliyor. Sungurlu’da askerliğini yapmakta olan kuzeni kardeşimle ziyarete gitmiştik. Mevsim kıştı. Geceyi otobüste geçirip sabah karanlığında ayak bastığımız canım karasal iklim, İstanbul’un mis gibi ılık kışını bırakıp bir yemek, bir çay ve kafası tıraşlı bir adet kuzen için niye buralara geldiğimizi sorgulatmıştı bana. Çorum’la Sungurlu arası bir yerde bir karakoldaydı kuzen. Karanlığa, soğuğa, askeri kıyafetlerine rağmen anladık nöbetçinin o olduğunu. O gülüşü kim tanımaz? Kuzen İstanbul’dan kim gelse sevinecek modda olduğu için bizim gidişimize de epey duygulandı.

Neyse işte, bir iki saat bekledik paşanın çarşı izninin başlama saatini. Anadolu’da kış sabahı açık alanda birilerini kırk beş dakikadan fazla beklemek, başka bambaşka bir şey. Bekleyen de beklenen de bunu sorgulamalı bence. Bu kadar sevgiyi kaldırabilecek miyiz?

Kuzen de geldi. Otobandan sallana sallana karşıya geçtik ve Çorum yönüne giden araçlara otostop çekmeye başladık. “Araçlar” lafı da içinde cahil bir iyimserlik barındırıyor tabi. “lar” çoğul ekini de bol keseden kullanabiliyoruz bazen.

Bu arada üçümüz de astronotla Eskimo arası bir kılık kıyafet içindeyiz. Ağız burun full kapalı. Ben başımı çeviremiyorum. Sağa sola bütün gövdemle dönüyorum. Öyle bir vaziyet. İki tane şehirler arası otobüs yanımızdan ziyuvv gibi bir ses çıkararak geçti. Sanki içindeki herkes ip askılı atletleri ve ellerindeki buzlu bira bardaklarıyla bize bakıp güldüler.  Bilmiyorum, bana öyle geldi.

Sonra bir araç durdu. Bir tır! Tır durdu arkadaşlar! Tıra bindiniz mi hiç? Çok zor. Bayağı bir merdiven çıkıyorsunuz. Şoföre yakın tarafa kardeşim oturdu. Ben ondan sonra bindim. Zaten kuzenim arkadan azıcık desteklemese tırın içine kendimi zor atardım. Kuzen de kardeşim ve benim arkamıza oturdu. Çok acayip. Arka koltuk diye bir şey yok ama oraya bir yere oturdu ve püsküllü saten bir perdenin arasından kafasını çıkarıp ortama dahil oldu. Yol çok uzun değildi ama şoförün Rusya’ya mal taşıdığını, A ve B noktalarının her birinde bir “karısı” olduğunu dinleyecek kadar vaktimiz oldu. Şoför benim erkek olmadığımı anlamadı ve muhabbetini o rahatlıkta etti. Fotoğraflar, boncuklar, oradan buradan sarkan süsler, yerden iki metre yukarıda yapılan bir kara yolculuğu…

Çorum’la ilgili maalesef çok bir şey hatırlamıyorum. Normalde bir sürü fotoğraf çekmiş olmam lazım ama eldivenlerimi hiç çıkarmamışım tahminen. Oranın en yüksek binasının (bir oteldi, evet) tepesinde bir lokantaya gittik. Yedik içtik. Güldük ettik.

Tam bunları yazarken kuzen aradı alakasız bir şey sordu. Ben de ona yazmakta olduğum edebi eserden bahsettim. “Vay be on iki yıldır tıra binmiyoruz” filan diye güldük. Biz hala bu seviyede espriler yapıp gülüyoruz işte, yazık. Sonra kuzen biraz ciddi biraz tırsak bir tonda “yalnız benim çarşı iznimde Sungurlu ilçe sınırlarının dışına çıkıp Çorum’a gitmem yasaktı” dedi.  Askerliğini yakmıyoruzdur inşallah kuzen. Hanımı çocuğu evde bıraktırıp koştururlar mı seni yine yaylalar yaylalar? Bir dahaki sefere vatani görevin maki bitki örtülü bir yerlere denk gelir inşallah.

Bu da böyle bir anımdır. Arz ederim.

16 Ekim 2022 Pazar

ABLAM

ABLAM

Her şey ablamın üniversite arkadaşlarıyla her zamankinden daha sık görüşmeye başlamasıyla başladı aslında. Kendisi gibi bekar ve çocuksuz olan Selma ile sabah yürüyüşleri, diyetisyen randevuları, et yemeyi bırakmalar, glutene veda etmeler filan derken ablam kırk dört bedenden kırka indi ve benimle birlikte aldığı, ikimizin de severek ve rahatlıkla giydiği lastikli belli Marks & Spencer kot pantolonlarla dalga geçmeye başladı.

Ablamın gün geçtikçe Selma’nın daha çok etkisinde kaldığını görüyordum. Yeni yeni huylar edinmişti. Akşamları dizi izlemek yerine kitap okuyor, ütü yaparken müzik dinliyordu. Saçma sapan şeylere para harcıyor, en fazla bir hafta yaşayacağını bile bile her pazartesi   eve çiçek alıyordu. Selma’nın komşularından kendileri gibi emekli, vakti bol, sorumluluğu az kadınlarla toplaşıp yoga yapıyor, dolunay gecelerinde birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı.

Ablamın salondaki kırk yıllık büfesinin üzeri mumlar, tütsüler, adını bilmediğim taşlarla dolmuştu. Eve gittiğimde içerisi Çukurcuma’daki   küçük eskici dükkanları gibi kokuyordu.

Sonra bir gün bu ikisi, ablam ve Selma, dediler ki “biz longoz ormanlarına gidiyoruz, çadırda kalacağız”. Meğer bu Selma’nın yaratıcı yazarlık kursundan tanışıp samimi olduğu birileri varmış, onlarla gideceklermiş.

“Abla” dedim. “Sen otele giderken bile yastığını götürürsün. Olur olmaz her yatakta rahat edemezsin. Ne çadırı, ne kampı?”

“Ben” dedi. “Konfor alanımın dışına çıkıyorum.” Laflara bak. Selma’nın öğretmesi hep bunlar. Yok efendim sınırlarını zorlayacakmış. Aslında o sınırları oraya kim koymuşmuş… Neredeyse beni suçlayacak. İnsanın haddini bilmesi fena bir şey mi yav? Elalemi kendine güldüreceksin, olacak olan o. “Tamam” dedim. “Git gör ebenin konforunu”.

Dünyanın parasını harcadı. Çadırı, tulumu, çantası, ayakkabısı, yağmurluğu, matarası, eldiveni, ohoo daha neler neler.

Düşündüğümün tam tersi oldu ve ablam aşırı iyi geçen ilk kamp macerasından sonra bir nevi amazona dönüştü. Kokulu yağlar, taşlar, kristaller, çaylar, çubuklar, boy boy mumlarla evlerini mabete çeviren kendi gibi arkadaşlar edindi. Yaşlarına başlarına bakmadan hippiler gibi dağ bayır gezdiler. Buz gibi derelerde, dizlerine kadar suların içinde yürüdüler, gün doğumunda Nemrut’a çıktılar. Ne sistit ne de bronşit oldular.

Ablam otuz sekiz bedende, sıkı popolu, bronz tenli, çantasında termosu ve kitabıyla gezen, yüksek sesle gülen bir tipe dönüştü.  Selma, Selma’nın polisiye öykü atölyesinden arkadaşı Yeşim ve Yeşim’in Uşak halılarındaki sembollerden yola çıkarak tasarladığı takılarla ünlenen kardeşi Müge ile birlikte Göbeklitepe’ye gittiler.

Gelir misin diye bana hiç sormadı. Gider miydim? Son anda sorduğu ve kendimi hazırlayacak süreyi bana tanımadığı için, hayır. Gelmemi isteseydi, benden olumlu cevabı alacak şekilde nasıl ne zaman sorması gerektiğini bilirdi. Konfor alanı filan diyor ama ablam benden kaçıyor sanki.  Ona unutmak istediği bir sürü şeyi, ne bileyim, mantı yiyip kola içtiğimiz akşamları, saatlerce karşısından kalkmadığımız televizyon programlarını, kendine çiçek almadığı günleri filan hatırlatıyorum diye belki.