29 Mayıs 2015 Cuma

Zıtlıktan Zarar Gelmeyebilir

İnsan kendi işlediği kusurları başkalarında da hoş görürmüş. Zamanımızdan yaklaşık iki yüzyıl önce yaşamış olan Goethe'ye ait bir söz. 

Tabi aklıma bir çok örnek geliyor. Örneğin emniyet şeridinden gidenler birbirini hoş görür. Kopya çeken diğer kopyacıyı, küfürlü konuşan küfürbazların tamamını hoş görür. Sıraya girmeyenler birbirine bayılır. İşçisinin insan olduğunu unutan patronlar, halkını aptal yerine koyan politikacılar, gülümseyen her kadını yollu sananlar  kendileri gibilerinin varlığından ve çokluğundan hoşnut olurlar. Bu arada, saydığım davranışların kusurlu olduğunun bile farkında olmayabilirler. 

İğneyi başkasına batırmak kolay, kendimden de örnek vereyim. Akşam 11'de Nutella yenmez mesela, ama arkadaşım "dün gece kavanozu önüme bir aldım..." diye başlayan bir cümle kurarsa hoşuma gider. Yürüyüşe gitmek yerine televizyon karşısında kuru yemiş yerken hafif bir vicdan azabı duyar gibi olurum, ama kuzenin de aynısını yaptığını görünce rahatlarım.

Kitap okumak yerine WhatsApp gruplarında zaman geçirmek, makyajı silmeden uyumak, dizleri çıkmış eski pijamayla vedalaşamamak ... Bunlar hep kendim de yaptığım için başkalarında hoş gördüğüm kusurlar.

Goethe'nin bir başka cümlesi de şöyle: "Aynı olan bizi rahatlatır ama bizi üretken kılan zıtlıktır. " Yani bütün arkadaşlarım benim aynım olsa, biz böyle kitap okumayan, TV bağımlısı, tembel ve tombul bir grup olurduk. Ortak kusurlarımızı hoş göre göre yuvarlanır giderdik. Arada iki satır yazı yazıyorsam, bir sergiye gidiyor bir yerleri keşfediyorsam o motivasyonu bana verenler aslında bana hiç benzemeyenler. 

Konfor alanlarimizin güvenli ve havasız odalarından ara sıra başımızı dışarı çıkarmamiz rüzgarın yağmurun ne olduğunu hatirlamamiz lazım. 




26 Mayıs 2015 Salı

Aylaklık Sertifikası

Sıradan bir gündü. Aynada kendine gülümsedi. Saçları berbat görünüyordu ve dün akşam silmeden yattığı rimel tüm göz çevresine dağılmıştı. Pijamasının eprimiş yakasına, deforme olmuş dizlerine baktı. Yüzünü yıkayıp saçını topladı, en sevdiği en silik ve en soluk pijamalarıyla mutfağın yolunu tuttu. Çayın altını yaktı, camı açtı , whatsapp'taki 99 adet mesajı okundu olarak işaretledi. 

Aslında sıradan bir gün değildi. Hiç yapmadığı mühendislik meseğindeki 20. yılını kutlayacaktı. 1995'te mezun olduğu üniversitede dönem arkadaşlarının neredeyse tamamının katılacağı bir tören olacak ve hepsine sertifika verilecekti. 

Emekliliğine bir kaç sene kalmış bir aylak olarak o binaya, o koridorlara dönmek kulağa hoş gelmiyordu. Törenden sonra yapılacak kokteyl de gözünde büyüyordu. Ne yaramazlıklarını anlatacağı bir çocuğu ne dedikodusunu yapacağı bir patronu vardı.

Herkesin gıpta edeceği bir aylaklık dönemindeydi, ama bunu ballandıra ballandıra anlatmayacaktı. Çok üşeniyordu. 

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Kahve Meselesi


Sanki üç kuruşun hesabını yapan ben değilmişim gibi, duyduğum günden beri canım feci şekilde Jamaica Blue Mountain kahve çekiyordu. Hem de hayatımda hiç içmemiş olmama rağmen. Dünyanın en özel ve en pahalı kahvelerinden biri olduğunu okumuştum ve aynı günlerde birilerinden de duymuştum. 

Bir kaç gün önce, mimar arkadaşlarımın son marifeti olan yeni bir restaurantı görmeye Pera tarafına gittim. Sanırım size o mekanı da ayrıca yazacağım, zira mutfağında televizyonlardan ve gazetelerden çok iyi bildiğimiz biri var. Soğanları tek tek kendisi doğramıyordur heralde ama işin başında olduğunu biliyorum.

Pera'da birbirinden güzel kahve mekanları arasından geçtim ve Jamaican Blue Mountain hasretimi gidereceğim yeri buldum:Noir Pit Kafe 
Noir Pit şıkır şıkır bir kafe. Ufacık bir mekan, çok akıllıca kullanılmış. Sigara içenler için dışarıda da bir kaç masası var, ama bence içerisi çok çok daha keyifli. Herşeyin fotoğrafını çekmek istiyor insan. Resimler ve şapkalarla süslü duvarları, kahve ile ilgili ilginç kitapları ve çok tatlı bir genç hanım işletmecisi var. Her yerde karşımıza çıkan ( amerikano, latte, aromalı ) kahveler 8-9 TL arasında ve unutmadan söyleyeyim, aromalı kahveler içerisine o ballı ballı şuruplar eklenerek aromalı hale getirilmiyor. Kahveyi kavurma aşamasında aromalandırıyorlar, örneğin kahve fındıkla kavruluyor. Fındık aroması için bol şekerli ve katkı maddeli bir şurup kahvenize eklenmiyor. 

Bir fincan Jamaica Blue Mountain kahve içmek için 25 TL'nizle vedalaşmanız gerekiyor. Bu kahve demlenerek hazırlanıyor. Bunun için kullanılan özel aparat minimum iki kişilik kahve demlemeye uygun.Yani kahve meraklısı bir arkadaş , bir suç ortağı şart. Bir elin nesi, iki elin kahvesi var. Ben malesef yanıma yine sadece yalnızlığımı almıştım ve o da bir şey içmiyordu ( gereksiz duygu sömürüsü) Kahvem farklı bir yöntemle hazırlandı. Bu yazıdan çıkarılacak ana fikiri de şimdiden şuraya yazayım dursun: Para her şey değildir!

Jamaica Blue Mountain'in bu kadar pahalı olmasının sebebi ise sadece Jamaika'nın bir dağında , türlü türlü lojistik zorluklar eşliğinde yetiştiriliyor olması değil. Üretilen Blue Mountain kahve çekirdeklerinin yüzde 90'ını Japonya alıyormuş. Yani bir yazıda ancak bu kadar "J" harfi olabilir. 

Gelelim tadına. Kahvenin şampanyası, Rolls Royce'u denen bir şey içeceğim için kendimi zift gibi , sert, "hooo kahveyim bennnn" diyen bir deneyime hazırlamıştım. Oysa şeker veya süt ekleme ihtiyacı duymadan rahatlıkla içebildiğim, yumuşak, hafif , temiz bir lezzet ile karşılaştım. 

Yazının ana fikrini hatırlatmak gerekirse, para her şey değil. Ama tabi 50 TL verip iki kişilik kahve demletip, yarısını içip kalanını da dışarıda oturan yakışıklıya ısmarlayabilirdim. Bir dakika ya, yoksa para her şey mi?

22 Mayıs 2015 Cuma

Aşk bu mu? Sevda bu mu? İnek bu mu?


Dürüst olmak gerekirse Gertrude Stein isimli yazarı daha önce hiç duymamıştım, 1870'li yıllarda yaşamış ve hayatının büyük bir kısmını Paris'te geçirmiş çok enteresan bir kadın. Okumakta olduğum "Günlük Ritüeller" isimli kitabın bir bölümünü Gertrude'a ayırmışlar. Kitap, bazı önemli ressam, yazar veya bestecilerin eserlerini yaratırken nasıl çalıştıklarını, yeme, içme, uyku ve egzersiz alışkanlıklarını ve tüm bunların yaratıcılıklarını nasıl etkilediğini anlatıyor. Çok acayip günlük ritüelleri olabiliyormuş insanların, onu anladım. Örneğin Beethoven güne kahveyle başlarmış (buraya kadar normal) . Her bir fincan için 60 adet kahve çekirdeğinin ideal olduğuna bir şekilde karar vermiş ve kesin dozu ayarlayabilmek için genellikle oturup tek tek sayarmış. Bir Beethoven kolay olunmuyor. 

Gertrude Stein'a dönecek olursak, kadın tam bir ömür törpüsüymüş. Sevgilisi Alice iyi çekmiş bunu. Artık aşk mı dersiniz, alışkanlık mı, yeni bir sayfa açmaya üşenmek mi... Görüyorsunuz, 115 sene önce de insanların kafası ilişkiler konusunda karışıkmış. Bu iki kadın birlikte yıllarca yaşamışlar. Gertrude tabi "ben yazarım" havalarında olduğu için elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış. Sabahları da asabi uyanırmış. Hanımefendi kalkana kadar Alice her işi yapar üstüne bir de köpeği gezdirir, yıkarmış. Gertrude özel yapım küvetinde günlük keyfini yaparmış. Sonra iki hanım arabaya atlar kırlara gidermiş. Bu cümleyi okuduğum anda ilk aklıma gelen şey sinüzit oldu. Banyo yapıp kırlara gitmek bana direk bunu çağrıştırdı. Zira kadınlar kırlara gidince de arabada kalmıyorlar ki. Çünkü yazar Gertrude hanım yazmaya ara verdikçe kayalara ve ineklere bakmayı seviyor. Olay şöyle cereyan ediyor: Gertrude ve sevgilisi Alice güzel bir yer bulana dek arabayla dolaşıyorlar. Ardından yazar hanım elinde kalem ve defteriyle açılır kapanır iskemlesine oturuyor. Alice ise bir ineği korkusuzca onun görüş alanına sürüklüyor. Eğer inek Gertrude'un ruh haline uymuyorsa iki hanım arabaya biniyor ve başka bir ineğe doğru yol alıyor. Yazara ilham gelmişse 10-15 dakika bir şeyler yazıyor. Ama genellikle öylece oturup ineklere bakıyor.


Gertrude'un eğri büğrü el yazısını daktiloda temize çekme işi de Alice'inmiş. Yazıların arasında bazen küçük notlar bulurmuş " benim tatlı sevgilim" "aşkım"... Yani Alice iki tatlı sözün hatrına sürdürmüş bu ilişkiyi. Karışık meseleler. "Hangimiz düşmedi kara sevdaya? Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?"

Herşey bir yana inek konusu çok kafamı kurcalıyor. O yüzden mi yazamıyorum acaba?

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Ziller kimin için çalıyor?


"Korktuğun şey, umduğun şeyden daha hızlı gelir." Milattan önceki yıllarda yaşamış bir yazar olan Publilius Syrus çağlar öncesinde söylemiş bunu. Fakat kulağa hiç eski gelmiyor değil mi? Mişli geçmişten şimdiki zamana geldik ama hala "evrene olumlu mesaj göndermek" diye bir şey var ve hala "like" ediliyor. 





Yağmurlu bir günde bir elinizde şemsiye, diğerinde market poşetleriyle eve geldiğinizi hayal edin. Apartman kapısının önünde anahtar arama bulma çalışmaları başlar. Mecburen yere bıraktığınız poşetlerden biri nazlı nazlı ıslak yere serilir ve hatta içindeki limonlardan ikisi firar eder. "Pedler de saçılmasa bari kaldırıma " diye yan gözle poşeti kontrol altında tutmaya çalışırsınız. Maç dinlerken araba radyosuna kilitlenen bakışlar misali. Bütün olumlu mesajlarınızı gönderirsiniz poşetlere. Bu sırada çantanızdaki her türlü gereksiz nesne parmaklarınızın arasında dolaşmaktadır. Saç tokası, bozuk para, ıslak mendil, kayısı kurusu, ağrı kesici, kalem ve nihayet anahtar. Kapıyı açıp ,araya ayağınızı koyup vücudunuzla poşet yönüne döndüğünüzde gece ve gündüz boy pedlerinizin yarım metre ötede size adice göz kırptığını görürsünüz . Yandaki elektrikçinin ergen çırağı halinize acır. Cep telefonundan kafasını kaldırmış ve belli ki sizin evrene gönderdiğiniz hatta belki saydırdığınız mesajlardan nasibini almıştır.

Evren bence lafı anlamamazlıktan geliyor, aslında bal gibi de görüyor düştüğünüz durumu. Bir dahaki sefere eliniz boşken anahtarı cebinize koyun diye size ders veriyor. 

Oysa çoğu zaman mutluluk bir zil kadar yakındır.  ( sanırım bin sene sonrası için bir atasözü uydurdum şu an) Evet, insan karşılaştığı her güçlüğü kendi kendine aşacak diye bu kadar kasmamalı. Hep bir savaş, hep bir kendini ispat çabası. Karşımıza çıkan her kapalı kapının anahtarı bizde olmayabilir. Öte yandan kapının arkasında bizi bekleyen biri de olabilir. Bazen sadece zili çalmayı akıl etmek lazım. 

15 Mayıs 2015 Cuma

Müzede Bir Gece


"Müzede Bir Gece" bir Amerikan komedi filmidir. Yakaladığı gişe başarısı ile ikincisi ve üçüncüsü de çekilmiştir. Benim bugün size bahsetmek istediğim müzeler ve geceler ise o kadar uzakta değil. 

Bu yıl ülkemizde onuncusu kutlanacak olan “Avrupa Müzeler Gecesi” etkinliği kapsamında 18 Mayıs 2015 Pazartesi günü İstanbul'da aşağıda isimlerini verdiğim müzeler, kapanış saatinden itibaren saat 23:00’e kadar ücretsiz olarak ziyarete açık olacak. 

İstanbul Arkeoloji Müzesi (Sultanahmet)
Ayasofya (Sultanahmet)
Türk ve İslam Eserleri Müzesi ( Sultanahmet)

2014 yılında en çok ziyaret edilen müzeler arasında Ayasofya birinci, İstanbul Arkeoloji Müzesi altıncı sıradaymış. Ben özellikle Arkeoloji Müzesi'ni hava karardıktan sonra ziyaret etmenin müthiş bir fikir olduğunu düşünüyorum. O lahitlerin ,mumyaların arasında ürpererek dolaşmak, onları oraya getiren Osman Hamdi'nin ruhunu etrafında hissetmek çok acayip bir deneyim olabilir. Çıkışta North Shield'da bir şeyler içersiniz, birşeyciğiniz kalmaz.


Gece müze gezmek enteresan fikir de, Sultanahmet ters diyorsanız, Taksim Odakule'de Pera Müzesi de -yine müzeler gecesi hatrına - 16 Mayıs Cumartesi, 19:00 - 00:00 arasında ücretsiz kabul edecek ziyaretçilerini. Üstelik Pera Müzesi'nde başlayan iki yeni sergi var. Grayson Perry: Küçük Farklılıklar ve Cecil Beaton: Portreler'i gezebilirsiniz. Osman Hamdi'nin meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi'ne de bir selam vermeden çıkmazsınız umarım. 

Müzeleri , ufkumu genişleten yerler olarak görüyorum.Oralarda  zaman, yaşam, ölüm gibi kavramları  sorgulayabiliyor insan. Bir de yetenek ve azmin önünde hangi çağda olursa olsun yokluğun veya yasakların etkili olmadığını görebiliyorum. Yani bence müzeler sıkıcı değil, tam tersine motive edici ve ilham verici yerler. Örneğin bu yazıyı bugün Osmanlı Bankası Müzesi'nde Salt Galata'da yazdım. 

14 Mayıs 2015 Perşembe

Aylak Kızın Dost Elleri


Erik denen meyve kokoş manavların haricinde pazar tezgahına da düşmüşse bir şeyin daha vakti gelmiştir: gardrop detoksu (ya da hepimizin bildiği dilde söyleyeyim; yazlık/ kışlık ayrıştırması) 

Hoşgeldin hurç muhabbeti ve  vicdan azabı! Etiketi üzerinde hiç bir etek veya pantolonla kombinlenememiş gömlekler, iki kıştır giyilmeyen kadife pantolon, tahammülümüzü sınayan yüksek boğazlı balıkçı kazaklar, yengemizin hediye ettiği kişiliksiz hırkalar... Onları bir sonraki kış da giymeyeceğinizi biliyorsunuz. Bu parçalarla vedalaşma zamanınız gelmiş. Ortaya çıkan soru ve/veya sorun ise bu giysilerin ne olacağı. Sanırım kimse kullanmadığı ( kullanılabilir durumdaki) eşya veya giysilerini ihtiyaç sahibi birilerine ulaştırma fikrine itiraz etmiyor, ama bununla uğraşacak kadar bol vakti yok. Ben bu anlamda faydalandığım bir organizasyondan bahsetmek istiyorum: Dost Eller

Dost Eller, bir yardım organizasyonu. Esas olarak, kullanılabilir durumdaki mobilya, perde, yatak örtüsü, oyuncak ve giysileri toplayıp, ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyor.Beşiktaş Çırağan’daki Hizmet Binası’nda bulunan Dost Eller Mağazası’na gelenler, gerek duydukları eşyaları veya kıyafetleri alabiliyor. Mağazada kıyafetler askılarda veya sepetlerde temiz ve düzenli durumdalar, gayet medeni koşullarda ihtiyaç sahiplerini bekliyorlar. Bir kişi bir defada en fazla 5 parça alabiliyor ve en sık 15 günde bir mağazadan faydalanabiliyor. Böylece suistimaller engellenmiş oluyor. 
Dost Eller mağazasına bizzat kendiniz götürebileceğiniz gibi, arayıp adresinizden eşya veya kıyafetleri almalarını da isteyebilirsiniz. tel:0212 2362200 veya 0212 2618100

Konuştuğum görevliler özellikle oyuncak ve çocuk kıyafeti konusunda büyük bir ihtiyaç olduğunu söylüyor. Veletlerin hızla büyüdüğü ve kıyafetlerinin eskimeye fırsat bulmadan küçük kaldığı bilinen bir gerçek. Çocuklarınızın küçülen kıyafetlerini ve ayakkabılarını mutlaka bir başka çocuğun daha giymesini sağlamalısınız diye düşünüyorum.

Dost Eller ,Beşiktaş belediyesinin bir organizasyonu olduğu için bu sınırlarda iseniz adresten alabiliyorlar. Ama eminim sizin de yakınınızda benzer oluşumlar vardır. 

10 Mayıs 2015 Pazar

Annemin Elleri


Annemin ellerini düşündüğümde ilk aklıma gelen görüntü ilkokul yıllarımda saçlarımı çekiştire çekiştire örmesi .Sonra pazarda annemin elini bırakıp kaybolduğumda ağlayışım.Küçükken evin en sevdiğim köşelerinden biri olan annemin tuvalet masasındaki renk renk ojeler.

Benim annemin elleri tılsımlıdır, tıpkı herkesin annesininki gibi. Annem o ellerle bayat ekmegi pizzaya çevirir. Annem o ellerle ortada hiçbirşey yokken mükellef sofra kurar. Aynı malzemeden yaparız ama annemin köftesi gibisi asla olmaz. Yıllardır yıkadığı bulaşık ve çamaşırdan kuruyan o eller ağrıyan başınızı azıcık okşasa kuş gibi hafiflersiniz.Üşüdüğünüzde annenizin eli sıcacıktır ısıtır.Ateşlenip yattığınızda ise serin serin dokunur avucunun içiyle.Çamaşırlarımı annem katlarsa ütülü gibi olur, göz yaşımı annem silerse beni ağlatan şey anında küçülür.

Annem bazen benim ellerimi avuçlarının içine alır ve benim küçük ellerime ,ince parmaklarıma bakar. Ah anacım ah, senin onda birin kadar olabilsem, o ellere erişebilir miyim?

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Aylak Kafe

Parası az, vakti bol insanların hayalindeki kafeyi anlatacağım size. Evet, ben de onlardan biriyim. 


İdeal kafede bol gazete, dergi bulunur ve bunlar günceldir. Ücretsiz ve güçlü bir internet bağlantısını söylemiyorum bile. Çok ayak altında ana caddede değildir. Ama metro veya tramway durağına yürüyüş mesafesindedir. Mümkünse yüksek tavanlıdır. Masanızı priz yerine göre seçmek zorunda kalmazsınız, heryerde bol bol priz vardır. Kahve ortalama 7 TL, kek dediğin maksimum 5 TL'dir. Allah'ın Uludağ sodasına 2 TL'den fazla isteyen kafe ayıp eder. Tuvaletler boş ve temizdir. Sıvı sabun pompaları düzgün çalışır. Kapı arkasındaki askılıklar normal insan boyuna göredir. Bir Latte ve wifi şifresiyle aynı koltukta 3 saat oturduğunuz için kimse size pislik muamelesi yapmaz. 

Starbucks ve Cafe Nero'lar kalabalık ve gürültülüdür. Bunlardan rahatsız olmadan kitabınızı  okuyabiliyor veya yazınızı yazabiliyorsanız en vicdan azabı çekmeden yıllanabileceğiniz yerlerdir. Zira herkes aynı şeyi yapmaktadır. Çoğunda günlük gazete bulunabilir. Priz boldur ama yine de prize yakın masa kapmak konusunda uyanık olmak gerekir. Bazıları kötü kokar. Kahvelerinin herhangi bir gurme zevke hitap ettiği duyulmamıştır. Ben , elegan ve sofistike bir insan olmama rağmen, Starbucks'ın fit havuçlu kekini lezzetli bulurum. Tuvaletlerin hijyen durumu parlak değildir. 

Nişantaşı Den kafe, sakin ve klastır. Dergiler bol ve günceldir. Internet bağlantısı sorunsuzdur. Bir kahve ve bir sodayla masa işgal etmenin bedeli 15 TL civarıdır. 

Brew Coffee Works Sirkeci' de tramway durağına 10 dakika uzaklıktadır. Yüksek tavanlı, tarihi dokulu, fazla kalabalık olmayan bir kafedir. 




Kronotrop Sultanahmet , Sultanahmet tramway durağına 15 dakika uzaklıktadır. 7 TL'ye kahve içer, 5 TL'ye muzlu kek yersiniz. Yaz için idealdir, zira kapalı oturma alanı ufak, bahçesi ise aksine geniş ve hoştur.



Tabi ki, bu yazı da bu kafelerden birinde yazıldı:) Afiyet olsun, yine bekleriz!

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Aylak Duygular İçindeyim

Bu yazıda duygudan duyguya sürükleneceğiz. Kemerlerinizi  bağlayın ve keyfini çıkarın!

Önce :hayal kırıklığı
Tophane-i Amire'deki “Mimar Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri” sergisi. O kadar metine dayalıydı ki, çıktığımda en az 50-60 sayfalık bir kitapçık okumuş kadar oldum. Seslendirmesini Can Gürzap'ın yaptığı audio guide ise "CD olsa ne güzel olurmuş " denecek kadar kaliteli  ve yine uzun anlatımlı. Tabi konu koskoca Mimar Sinan olunca bu anlaşılabilir bir durum. Ama o zaman keşke gurur kaynağımız olacak dolu dolu bir belgesel film yapılaymış diye düşünüyor insan. Diğer memleketlere gittiğinde okuduğumuz ve dinlediğimiz , ilginç detaylarla dolu bu anlatımların çeviri kalitesinin üst düzey olması gerekiyor. Can Gürzap'ın sesinin bu sergiye çok şey kattığını hissettim, umarım ecnebi diyarlarda da bu hoşluğu yakalayabilirler. Sergi Mayıs sonuna kadar Tophane-i Amire'de.


İkinci duygumuz: şaşkınlık . 
Ama şaşırma bir duygu mudur? Hiç bir şeye şaşırmayan adamların duygusuz olduğunu düşünüyorsanız, şaşırmak da bir duygudur o zaman pekala. Herneyse, sırf vakit geçirmek için girdiğim bir sergiden o kadar keyif aldım ki anlatamam. Camera Ottomana-Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite, 1840-1914 Sergisi'nden bahsediyorum. İstiklal Caddesi'nde Anamed binasında 19 Agustos'a kadar ziyaretçilerini bekliyor. Giriş ücretsiz. Çeşitli kaynaklardan tıp, altyapı, ulaşım, madencilik gibi çeşitli konulardaki fotoğraf albümleri taranmış. Devlet daireleri, maden ocakları, hastaneler gibi kurumların fotoğraflarının yanı sıra sokaktan manzaralar, suçlu fotoğrafları ve portreler de yer alıyor. Sergiye giderseniz özellikle Osmanlı Bankası çalışanlarının portre fotoğraflarına vakit ayırmanızı tavsiye ederim. Onları istediğiniz gibi sıralıyabiliyorsunuz; elinde şapkayla poz verenler , bastona dayananlar, kollarını önde bağlayanlar, eli cepteler... Hastane fotoğraflarında örneğin, karnından çıkarılan tümörün olduğu kavanozun yanında gururla poz veren yüzü kapalı kadınlar var. Yüz kapalı, tümör açıkta. Değişik bir mahrem anlayışı. Haa bir de 1912 yıllarından Galata Köprüsü fotoğrafları var. Eminönü'nde koca koca yelkenliler. Masal gibi. Bu sergiyi gezmenizi şiddetle tavsiye ederim. Hele bir de fotoğrafçılıkta teknolojik gelişmelerin tarihi sürecine meraklıysanız o anlamda da çok şey bulacaksınız.


Üçüncü duygu: sorumluluk. 
Benim vakitsizlikten ilgilenemeyeceğim ama duyurulması ve bilinmesi gereken bir etkinlik: Türkiye'nin ilk uluslararası edebiyat festivali, İTEF, İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali. Düzenlenecek etkinliklerde edebiyatseverler yerli ve yabancı birçok yazarın  hayat ve edebiyat görüşünü kendilerinden dinleyebilecek. www.itef.com.tr adresinden programa bakabilirsiniz. Ben eğer uygun olsaydım 7 Mayıs Perşembe akşamı saat 21:00'deki "Oryantalizm Bildiğiniz Gibi Değil" etkinliğine gitmek isterdim. Oryantalizmi doğu mu batı mı icat etmiştir? Batı dünyası uçan halı ve sihirli lambasız bir doğu sanatına hazır mıdır? sorularına keyifli bir şekilde cevap aranacak. 
8 Mayıs Cuma günü de birbirinden çekici konuların konuşulacağı etkinlikler var: Toplumun dışına itilmiş karakterlerin edebiyattaki yeri, romanlarda karakter bulan şehirler gibi...

Dördüncü ve son hissiyat: merak ( hem de en çocukçasından)
Şişli'de Saint-Michel Lisesi’nin sergi salonunda bugüne dek yayımlanan Can Çocuk kitaplarının kapaklarını ve iç sayfalarını süsleyen illüstrasyonlar sergilenecek. Son gün 17 Mayıs
8 yaş doğum günümde partiyi bırakıp, yan odaya geçip hediye gelen kitapları okumaya başladığımı bilirim. Şimdi de bir hala ve bazı arkadaş çocukları için fahri teyze olma durumumdan dolayı Can Çocuk hala gözbebeğim. Hepsi bir yana, beni iyi bir kitapçıya bırakırsanız, vaktimin büyük bir bölümünü çocuk kitaplarının resimleri arasında kaybolarak geçirdiğimi görürsünüz. Bu konuda yalnız değilim ve bu serginin , tanıdığım bir kaç kişiyi belki de benden bile fazla heyecanlandırdığını tahmin ediyorum. Evet şekerim, akademik yoğunluğun biter bitmez ışınlanalım Saint Michel'e. 

Havalar ısınıyor, otomatik pilota bağlayıp sabahtan fön çektirip, kırmızı oje sürdürüp caddeye, Nişantaşı'na , Cihangir'e, lüks bir AVM'ye akabilir, popüler bir kafede yıllanabilir, soğuk kahve veya limonata içip, etrafı kesebiliriz. O da zevkli, onu da yapalım. Ama günün sonunda yaptığımız faaliyetin bizi nasıl hissettirdiğini de kendimize bir soralım. 

Ay ne çok yazmışım, okudunuz mu sonuna kadar? :)

Mozaik Pasta


Malesef bu yazımda sizlerle dün sabah yaşadığım şaşkınlık ve kızgınlığı paylaşacağım. Dünya’nın ikinci büyük mozaik sergileme alanı olmakla övünen yeni Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki mozaiklerin, yeni müzeye taşınma sırasında bir restorasyon skandalına kurban gittiği ortaya çıkmış. Mozaiklerin son halini görseniz, şaka zannedip güler, olmadığını anlayınca çömelip ağlarsınız. Şu, dünyanın en büyüğü olma hayalimizi biraz kenara koyup, dünyanın tarihine ve kültürüne en az zarar verenleri arasına girmeye gayret etsek nasıl olur acaba? Müze inşa edip hava atmaya harcadığımız enerjinin bir miktarını da tarihi eserlerin nasıl taşınacağı, bakılıp, korunacağı, gerektiğinde tamir veya restorasyondan kimler tarafından geçirileceği gibi sıkıcı konulara ayırsak ,herhalde böyle Zaytung haberi gibi rezaletlerle karşılazmazdık. 

Eski mozaik müzesini sık sık ziyaret eden birinin anlattıklarına bakılırsa, adamlar orda da bir salondan diğerine mozaik taşırken bir parçasını ellerinden düşürüp paramparça etmiş. Bu ilk değil yani, tarihi eserlerin 20 metre bile öteye götürülmesinin bir buzdolabı veya fotokopi makinası taşımaktan daha fazla özen ve denetim gerektirdiğini o zaman da bilmiyorlarmış. 

Lafı , "oysa bakın, yurtdışında böyle mi" ukalalığına getirmek istemiyorum ama, geçen ay film festivali kapsamında izlediğim bir filmden bahsetmeden de geçemeyeceğim. Ulusal Müze/ National Gallery diye bir belgesel filmdi. Londra'daki meşhur müzenin idaresi, sergilere karar verilmesi, sergilenecek tabloların hangi salonlarda hangi duvarlarda yer alacağı, hangi resmin kiminle yanyana asılacağı gibi konuları ele alan bir filmdi. Tablolar asıldıktan sonra da ciddi bir teknik ekip geliyor ve aydınlatmada gerekli düzenlemeleri yapıyordu . Tabloların temizliği ve bakımı laboratuara benzer atölyelerde , diş fırçası reklamlarından aşina olduğumuz ciddi , yaptığı işin sorumluluğunun farkında bilim insanları tarafından yapılıyordu. Sık sık da daha ciddi ve daha yaşlı ,bazıları papyonlu birileri tarafından kontrol ediliyorlardı. Ara sıra da öğrenci grupları ve stajyerler maksimum beş kişilik gruplar halinde atölyeye misafir oluyor, oranın havasını soluyor, sahip olmanın değil esas olanın korumak olduğu bilincine bizzat orada bulunarak varıyorlardı. 

Ne yazık ki Hatay'daki mahfolan mozaiklerin eski haline getirilebileceğini düşünmüyorum. Keşke bu tarz rezaletlerin bu sonuncusu olsun diye umabilsek. Tarihi eserleri yapacakları en büyük, en uzun, en çılgın projelere engel olarak görüp canı sıkılan, "çanak çömlek" patlatan birileri başımızdayken zor. Zira imam ne yaparsa cemaat ne eder biliyoruz. 

1 Mayıs 2015 Cuma

Aylak Kız @ 101 Lezzet Festivali

26 Nisan Pazar günü Yeniköy'de Sait Halim Paşa Yalısı'nda 101 Lezzet Festivali'ndeydim. TimeOut dergisinin organize ettiği bu eğlenceli ve doyurucu etkinlik  geçen sene de  Esma Sultan Yalısı'nda gerçekleşmiş ve tadı damağımızda kalmıştı. İstanbul'da yeme içme sektöründe savaşan kişi ve kurumlar herkese kendilerini daha yakından tanıtmak için bu festivali bir fırsat olarak değerlendiriyor. Şehrin kalbur üstü mekanlarının neredeyse tamamı festivalde katılımcı olarak yerini almıştı. 
Bu seneki ziyaretçi sayısı geçen seneye göre hayli yüksekti ve bence Esma Sultan Yalısı'nda standların yerleşim planı çok daha iyiydi. 26 Nisan  günü Sait Halim Paşa Yalısı'nda bazı noktalarda iş çıkışı saatlerde binilen bir metrobüs ambiyansı yaşandı. Sağda solda biriken çöplerin yeterince sık toplanmaması da ayrı bir sıkıntıydı.


Bazı mekanları ve bazı tatları not ettim, paylaşmak isterim:
*Avantgarde Hotel'in içinde Ace Restaurant'ın  pancarlı panna kota'sı son zamanlarda yediğim en enteresan, yenilikçi ve hafif tatlıydı. Ace Restaurant 0212 3370444 Levent
*Duble Meze Bar'ın  humuslu, tahinli, keçi peynirli, patlıcanlı mezeleri çok çok lezzetli ve tazeydi. 0212 2440188 Beyoğlu
*Kalamış Cundalı Ayvalık Balıkçısı'nın karidesli mantısı efsane. Ayrıca restaurant sahibi Hüseyin Bey iki senedir enerjisinden ve güleryüzünden hiç bir şey kaybetmiyor. Seneye festivale meze dolabının tamamını getirme sözü verdi. 0216 5509797 Kadıköy 
*Pare Baklava Bar Nişantaşı Topağacı'nda bir kaç ay önce açılan çok şık, karizmatik bir mekan. Baklavalarını tatmak festivale kısmetmiş. Çok beğemdim. Midemin daha boş olduğu bir gün Pare Baklava Bar'a gidip iki tek baklava atacağım. 0212 2365920 Nişantaşı 
*Roka Pera'nın kıtır enginarı ve Ege otları mezesi oldukça lezzetliydi. İştah açıcı ve hafiflerdi. 0212 2458817 Beyoğlu
*Rudolf Restaurant bu sene festivalde en merak ettiklerim arasındaydı. Mekan yeni açıldı ama İstanbul'un en popüler yerlerinden biri oldu bile. Türk kahvesi ve köri sosla marine edilmiş tavuk sundular bize. Çok özel, çok havalı bir lezzetti. 0212 7033325 Karaköy
*Shangri La Bosphorus geçen sene festivale ördek etiyle hazırlanmış bir yemeklerini getirmişlerdi. Bu seneyse ballı sirke ile kızartılmış çıtır ince bonfile dilimleri ile harmanlanmış özel bir noodle vardı standlarında. Etin inceliği ve tadı harikaydı. 0212 2758888 Beşiktaş
*Velvet Cafe'nin kaymaklı un helvası bir yana, Sait Halim Paşa Yalısı'ndaki diğer tüm tatlılar bir yana. Bu standa kaç kere uğradım hatırlamıyorum. 0507 8673761 Galata 
*Yelken Restaurant'a gidip levrek dolması yenecek, not edin.  Yeniköy 0212 2629490
*Petra'nın espresso, buz ve soda ile hazırladığı içecekler çarpıcı ve tazeleyiciydi. 0212 3561053 Gayrettepe

101 Lezzet Festivali tadını sindire sindire çıkaracağınız, şeflerden ufak lezzet tüyoları alabileceğiniz ,hoş bir mekanda güzel yemekler tadabileceğiniz bir etkinlik. Iyi yemeğin verdiği zevk benim için çok değerli. Hayatı yaşamaya değer yapan unsurlardan biri olduğunu düşünecek kadar ileri gidebilirim. İnsanlar bazen kalkıp bir restoranı veya yemeği denemek için şehirler, ülkeler aşıyor . Siz de kendinize bir güzellik yapın, seneye -muhtemelen yine Nisan ayında bir pazar günü- 101 Lezzet Festivali'ne gidin.