13 Mart 2016 Pazar

Yan Masadan Gönderdiler

Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Cevap veriyorum, c şıkkı, çok kafede oturan. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul'un değişik semtlerinde değişik kafelerdeydim. Yan veya arka masalarıma birbirinden ilginç müşteriler denk geldi. İstemesem de kulak misafiri oldum bazı konuşulanlara. Başını duyunca da devamını dinlemek için inceden bir gayret göstermedim değil.

Cihangir'de Journey kafe hafta içi bir gün, öğle yemeği saatinde neredeyse tamamen doluydu.Girişteki koltuklarda yakışıklı oyuncularımızdan biri yarı uzanmış yarı oturmuş vaziyette güneş gözlüklerinin arkasında  margaritasını içiyordu. Ben ise yaklaşık beş metre ötemde oturan adam alelade bir yaratıkmışcasına başımı kaldırmadan kitabımı okumaya devam ediyordum. Ne yazık ki ikinci margaritadan sonra yakışıklı oyuncu  kazağını çıkardı, haliyle benim kitap da konsantrasyon da yalan oldu.İşte o andan sonra arka masamdaki iki kadını duymaya başladım. Kafa kafaya vermiş aynı laptop ekranına bakıp sıkıntılı sıkıntılı konuşuyorlardı. O olmaz, o çok uzun. Aa bak ben bunu beğeniyorum. Şunun yüzü güzel ama çok kısa. Aa bak bu aynı zamanda dansçıymış. Mahmut da klip çekicem bana iki güzel dansçı bulun diyordu... gibi cümleler kuruluyordu arkamda.Yapacakları mayo defilesine manken seçmeye çalışıyordu hatunlar.Yani hala Çağla'nın ismi geçiyordu.Pes!



Beyoğlu Tünel'de Türk-Alman Kitabevi'nin kafesinde geniş mekan, yüksek tavan, güzel müzik eşliğinde birşeyler yazarken yan masaya kısa boylu, at kuyruklu, esmer bir adam hızlı ve küçük adımlarla yaklaştı. Sırt çantasından laptopunu çıkarırken bir yandan da omuzu ve kulağı arasına sıkıştırdığı cep telefonuyla konuşmaya devam ediyordu. Tamam, ben burdayım. Gel de bir konuşalım, sen bir anlat bana durumu. Yoksa ben bu kafayla o i....ye öyle bir mail atacam ki feleğini şaşıracak. Adam o kadar sinirliydi ki, elektriği bana kadar geliyordu. ( o kurnadan bu kurnaya çirkef sıçramış / Tosun Paşa / hamam sahnesi)
Ben kahvemin yarısındayken, sinirli masa komşumun sakin arkadaşı geldi. Kirli ve soluk montunun ceplerine soktuğu ellerini dışarı çıkarmadan oturdu. Bizimki başladı. Vay efendim , emeğe saygı diye bir şey varmış. Eser sahibi kendisiymiş, niye kendisine dönülmemiş.O senaryo daha redakte olacakmış, heralde o da biliyormuş. O geri zekalı dil bilgisi hataları var diye mesaj atmış.Sakin adam eser sahibi arkadaşının ses yüksekliğini kafe ortalamasına getirmeye çalışıyordu ama işi zordu. Daha da zor olanı galiba ona senaryosunun da zaten bir şeye benzemediğini söylemekti. Acaba dedi, abicim acaba, aynı anda altı senaryo birden yazmaya çalışmasan, birine odaklansan daha mı iyi olur?
Off, ne zordur bilirim, kankaya hayatın acı gerçeklerini söylemek. Kızım o çocuk sana hayatta bakmaz diyemezsin.Tükendim senin bitmeyen işyeri dedikodularından diyemezsin. Ulan sen kim, senaristlik kim hiç diyemezsin.



Teşvikiye'de caminin arkasında 44A  kafede  birbirinden ilginç tabloların arasında  huzur içinde kitabımı okuyup kahvesi bol lattemi yudumluyordum. Senelerdir efendiliği ve güleryüzlülüğü ile bizi önce All Sports'ta şimdi 44A'da ağırlayan Ersin sağolsun. Kahvesi bol, sütü bol, yarım, büyük... Kişiye özel haute couture latte uzmanıdır. Ben böyle  kahve ve kitap keyfi yaparken, cep telefonum da az ötede deri koltuğun dibindeki prizde şarj oluyordu. İçeriye kahkahalarla gülerek ve Almanca konuşarak genç bir çift girdi. İkisi de ince ve uzundu ve daracık siyah pantolonlar giyiyorlardı. Kızda bere vardı, adamın saçları uzun, kirli sakalının gizleyemediği yüzü güzeldi. Arkalarından kısa boylu, tombul ve gözlüklü arkadaşları yetişti. Tombul, nereye oturalım dedi. Güzel surat şu koltuğa geçelim dedi. Bereli kız Almanca boş boş ve sevimli sevimli baktı.Onlarla birlikte ben de koltuğa yöneldim. Tombul üzerine oturmadan şarjdaki telefonumu almak için harekete geçtim. Güzel surat almanıza gerek yok, şöyle kenara koyun, söz veriyoruz karıştırmayız dedi.Hah, hah sevimli şey diye iç geçirdim. Efendim, bu şakacı arkadaş DJ'miş. Akşama Kadıköy'de bir mekanda çalacağı şarkıları hazırlamak üzere devasa boyuttaki kulaklıklarını taktı ve bilgisayarını kucağına alıp ayaklarını uzattı. Tombul tipin Almanca bir kitabı Türkçe'ye çevirmekte olduğunu ve bitirmesine az kaldığını da öğrendim. Bereli kız da ben kalkana kadar DJ'in ensesini okşadı.



İstanbul'un ne kafesi biter ne muhabbeti. Bilmediğimiz masalarda filtre kahveler, enginarlı tahıl salataları, unsuz browniler arasında ne işler bitiriliyor kim bilir.

İyi mi kötü mü haberler?

Dikkatimi çeken iki haberi sizinle paylaşmak istedim. Herkesin dediği gibi ülke gündemi öyle bir  kazan ki, aşağıdaki gibi konular da bence önemli olduğu halde arada kaynıyor. 

İlki  turizm sektöründen. Turizm Yatırımcıları Derneği’nin  Başkan Yardımcısı  Türk vatandaşlarının yurt dışına çıkışlarının zorlaştırılmasını istemiş. 




“Tatilcinin iç pazara yönlendirilmesi için bir takım yasaklar, vergi yükleri konulmalı. Yoksa tatilci kimseyi dinlemez alır bavulunu yurt dışına gider.Vize zorluğu ve yurtdışına çıkış harçlarının artırılması tatilciyi otomatikman iç pazara çevirir. Biz bu tür tedbirleri acilen bekliyoruz” demiş. 

Enteresan bir yaklaşım. Senelerce geleni gideni vicdansızca kazıkla, aptal yerine koy sonra da ben nerde yanlış yaptım diye takkeyi önüne alıp düşüneceğine millete cebren ve hile ile kendi istediğin yerde tatil yaptır. 

Zaten genel bakış açımız ve çözüm arayışlarımız böyle olmuyor mu? Bir şeyin iyisini kötüsünü artısını eksisini anlatmak, karşındakini ikna etmek yerine öbür şeyi seçmesini zorlaştırmak hatta engellemeyi tercih ediyoruz. Kolaycılık genlerimizde mi var nedir? Bizi neden tercih etmiyorlar, neden insanımız başka memleketlerin otellerini, sahillerini, sokaklarını, restoranlarını ihya ediyor diye kafa yormak yok. Yunan adalarına gitmeyen kalmadı neredeyse. En çok da neden biliyor musunuz, aynı paraya adam gibi bir kalamar yemek için. 

İkinci haber sağlık sektöründen. SGK, akciğer kanseri olan hastaların ilaç parasını ödemek için ‘hiç sigara kullanmamış’ olması şartını getirdi. Yani cumhurbaşkanımızın sigaraya antipatisini biliyoruz. Zaten yararlı bir alışkanlık olduğunu iddia edecek de değilim. Ama bu meretin zararlarını bu kadar yoğun bir şekilde konuşmaya son yıllarda başlamadık mı? Mesela anne babalarımızın jenerasyonu işyerinde, toplu taşımalarda rahat rahat tüttürmüş. Ne yasak varmış ne kural. Hatta o zamanlar "şunu bari çocukların yanında içmeyelim" bile denmiyormuş. O yüzden nerdeyse hepimiz bir bakıma pasif içiciymişiz zaten. Ha bir de şu var tabi, bir insan sırf sigara içtiği için mi akciğer kanseri oluyor? Asbest solunan çalışma ortamları, çimento fabrikaları, boyahaneler, daha bilmediğimiz nice zorlu şartlarda senelerce çalışan insanlar sadece sigara içtiği için mi akciğer kanserine yakalanıyor? 

SGK'nın tasarruf amacıyla almış olduğu bir kararmış. Üzerinde tekrar düşünürler diye umuyorum. 

Düşünmek. Muhakeme etmek. Analiz yapmak. Bunlar ancak çalışan bir beyniniz ve vicdanınız varsa mümkün. Çocuklarımızı, yeğenlerimizi gönderdiğimiz her okulda bunu öğretiyorlar mı emin değilim. Düşünmeyi, merak etmeyi, sorgulamayı, kendini ifade etmeyi... Anne, baba, hala, amca olarak bizim çocuklara yapabileceğimiz en büyük iyilik onlara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak olacaktır. Sadece bize bizi öven, sırtımızı sıvazlayan, rahatımızı kaçırmayanları değil farklı dünyaları, farklı koşulları anlatan kitapları da okumalılar. Okumalıyız. 

İşte bu noktada yazımı sonlandırmadan önce değerli arkadaşım Bahar Eriş'in başlattığı kitap okuma kampanyasını hatırlatmak istiyorum. Lütfen www.bahareris.com adresini ziyaret ediniz. 

Beni Ben mi Delirttim?

Söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna... Halimiz yaman anlayacağınız. Dipsiz kuyular bulup oralara mı bağıralım ne yapalım? Midas'ın kulakları eşşek kulakları diye. 

Sır saklamak insanı hasta ediyormuş. Bilimsel araştırmaların sonuçlarına dayanarak söylüyorum. İnsanlara fiziksel güç gerektiren bir iş vermişler, bir kütüphane dolusu kitabı bir odadan diğerine taşımalarını istemişler. Taşıdığı sırrın ağırlığını zaten her daim omuzlarında hissedenlerin pili bir kaç raf kitabın yerini değiştirmeye anca yetmiş. Gizlediği her neyse , o ne kadar büyük, ne kadar - konuşursam çok kişinin canı yanar- modeli bir sır ise kişiyi o kadar yorarmış. Yani insanın yaşını gizlemesi başka bir şey, çocuğun babasının o adam olmadığını saklaması başka. Aşkımı bir sır gibi senelerdir sakladım diyenlerdenseniz, dikkat edin bağışıklık sisteminiz alarm vermek üzere olabilir. 



Madem psikoloji üzerine atıp tutuyorum, bir başka araştırmanın daha sonuçlarını aktarayım size: İnsanlara sormuşlar, kardeşim size hemen şimdi 20 volt elektrik mi verelim, yoksa önümüzdeki bir saat içinde bir ara 10 volt almayı mı kabul edersiniz? Deneklerin çok büyük bir yüzdesi aman ne olacaksa şimdi olsun, ne zaman olacağını bilmeden beklemek daha büyük sıkıntı demiş. 

Çalışırken en sevmediğim işleri sabahtan yapar, sesini duymaya tahammül edemediğim müşterileri erkenden arayıp gazlarını alırdım. Gün içinde her çalan telefonda arayanın o kadın olma ihtimaliyle huzursuz olmaktan kendimi kurtarmış olurdum. İlerleyen zamanda başınıza geleceğini tahmin ettiğiniz ama tam olarak ne zaman olacağını kestiremediğiniz zor durumlarla ilgili olarak böyle bir  davranış geliştiriyormuşsunuz. Kontrolü ele almış oluyoruz güya. Beklemek ölümden zor hesabı. Filmlerde adama her türlü işkenceyi yapıp öldürmemeleri kötülerin insan psikolojisinden anladıklarını gösteriyor. 



Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde geçen hafta bir cinayet işlendi. Bir hasta diğerini gece yastıkla boğdu. Adam hemen ölmedi, kamera kayıtlarına göre yaklaşık iki saat can çekişti. O kamera kayıtları hastalar birbirine zarar verdikten sonra izlemek üzere mi yapılıyor merak ediyor insan. Karaciğerimiz, gözümüz, dizimiz hepsi değerli tabi de, ruh ve  sinirimizi emanet ettiğimiz kişi ve kurumlar da çok çok önemli. 

İnsan psikolojisi en narin ipek iplerle örülmüş bir ağ gibi. Hoyratlığa, umursamazlığa dayanmıyor. 

2 Mart 2016 Çarşamba

Oscarlı Dolandırıcı

Televizyonda dolandırıcılıkla ilgili bir haber izledim. Yüzlerce kişi adına kredi almış, yemiş içmiş gezmiş bir utanmaz adam hakkında. İki koluna giren polislerin eşliğinde otomobile götürülürken kendisine uzatılan mikrofonu da yöneltilen soruyu da boş bırakmadı. Neden yaptınız diye sordu muhabir. İhtiyacım vardı dedi. Villada mı oturmaya ihtiyacınız vardı? ( Adam parayı güzel yemiş anlaşılan) Evet, lüks yaşamak istiyordum. ( kim istemez?) Dolandırıcı bey pişkinlikte sınır tanımıyordu. Muhabir çocuk elleri kelepçeli adama arabaya ittirilmeden son bir soru sordu. Dolandırdığınız o kişiler ne olacak, hiç onları düşündünüz mü? Adama pişmanım demesi için son bir şans tanıyordu resmen. Fakat herif polis otosunun arka koltuğundan kafayı uzattı ve  muhabire " fırsatım olsa seni de dolandırırım, yaz, bunu da yaz" dedi.  





Böyle şaşırtan cevaplar veren hergeleleri pek seviyoruz değil mi? Neredeyse yaptığının suç olduğunu unutup adamı zeki ve komik bulacağız. Ha birini sevmemiz için komik olması şart mı? Vergisini, sigortasını tam ve zamanında ödeyen, sokakta köpeğinin kakasını poşetle toplayan, çift sıra parketmeyen, dolmuşta para uzatırken lütfen diyen birini yeterince parlak espriler yapmıyor diye daha az sevme eğilimi gösterebiliyoruz ne yazık ki. 


Sırf bu yüzden herkeste bir fırlamalık, bir komiklik , hazırcevaplık çabası gözlemliyorum. O bana dedi ki, ben de ona dedim ki diye devam eden muhabbetlere kulak misafirliği yapıyorum. İyi demişsin, oh kapak olmuştur ona, oğlum nerden buluyosun bu lafları yaa şeklinde kahkahalar eşliğinde son buluyor diyaloglar. 


Shakespeare'in bir sözü var, okuduğum Başarı Bilimi isimli kitapta karşıma çıktı: "Sahip olmadıklarına ulaşmak için çabalarken sahip olduklarını unuttuğun için mutsuzsun." 

Olmadığımız biri gibi davranmaya çalışırken, sahip olduğumuz değerleri unuttuğumuz için de mutsuzuz bence. 


Dolandırıcı hangi hissiyattadır bilemem. Muhabire verdiği cevaplarla televizyona çıkmanın - bizim anlayamayacağımız- gururunu yaşıyor olabilir.