22 Haziran 2015 Pazartesi

Londra Aylaklık Günlerinin Sonuncusu

Dün babalar günüydü. Babamdan kilometrelerce uzakta uyandım dün sabah. Bir İngiliz babaya hediyesini verdim ve çocuklarıyla gülüp oynayışını izledim uzaktan. Babasını kaybetmiş arkadaşlarımı, kızını kucağına birkaç ay önce alan taze babaları düşündüm. Kew Gardens'a geldim. En büyük, en güçlü, en sağlam ağacı buldum. Ona sarıldım. 

Kew Gardens UNESCO'nun dünya mirası listesine aldığı masalsı bir park. Japon bahçeleri, seralar, köşkler, binbir çeşit çiçek ve ağaç var burada. Ramazan davulu büyüklüğünde nilüferler, kafam kadar güllerle çizgi film gibi bir yerdeyim. Siz bankta otururken çaktırmadan  arkanızdan dolaşan ördekleri söylemeyi unuttum.



Ayakkabılarımı çıkarıp çimlerde yürüdüm ve 240 yaşında bir ağacın gölgelediği bu banka oturup gözlerimi kapadım. Nefes egzersizi yaptım. Şükrettim. Sevdiklerim için dua ettim. Sonra sıra size yazmaya geldi. Londra'dan dönüşte en çok bu anları özleyeceğim. 

***

Kew Gardens içindeki Marianne North Galeri'deyim. 
Ortaköy Camii'ni düşünün. O genişlikte ve yükseklikte bir yapıya giriyorsunuz ve tüm duvarlar yerden tavana kadar tablolarla kaplı. 793 adet resim var. Hepsini aynı kişi, Marianne North yapmış ve hepsi enfes bitki resimleri.



Dünyada gitmediği yer kalmamış. Jamaika, Amerika, Hindistan, Afrika, Brezilya... Sandığını hazırlar, seyahate çıkar, aylarca evinden uzakta kalırmış. Zengin tanıdıkları olmasına rağmen, onların sağlayabileceği konforla işi olmaz, çizmelerini ayağına geçirip, bir eşeğin sırtında dere tepe aşar, ıssızlığın ortasında resimlerini yaparmış. Bu dediğim 1880'li yıllarda oluyor. Beş kıtada on yedi ülke gezmiş. Öyle cuma gidilip pazartesi dönülen, otobüsle panaromik şehir turu yapılan geziler değil bunlar. 

Yaklaşık 1000 farklı canlı türünü resimlemiş. Kew Gardens'ın içinde yer alan bu galeriyi de mimar arkadaşına yaptırmış ve resimleri kendi yerleştirmiş. 


Kew Gardens'a bir kaç sene önce gelmiş ama bu galeriyi gezmemiştim. Varlığından bile haberim yoktu doğruyu söyleyeyim. Bugünki ziyaretimde Marianne North gibi güçlü ve yetenekli bir kadını tanımış oldum. 135 sene önce bir botanikçi, bir sanatçı ve bir gezgin olarak yaşamış. Merakının ve azminin çizdiği yolda önyargılara kafayı takmadan , kendi kafasına göre takılmış. 

***

Bir rüyanın daha sonuna geldik. Bir Londra seyahatim daha kalbinin ve evinin kapılarını bana açan arkadaşım sayesinde kusursuz geçti. Buradan yazdığım yazıları okurken bir parça keyif aldıysanız sizin de ona teşekkür borcunuz var diye düşünüyorum. Gün içinde aldığım notları, bana sağladığı konfor, huzur ve en önemlisi sevgi dolu aile ortamı sayesinde , akşamları buraya aktarabildim. 

Bir dahaki buluşmamıza kadar, keep calm London:)

Cheers!

20 Haziran 2015 Cumartesi

Kalın Kitapların Gölgesinde Aylaklık / British Library

Defterim ve ben British Library'deyiz. Blogun en az bir yazısını burada kaleme almayı çok istiyordum. O yüzden sizin için küçük, benim için büyük bir gün bugün. 


Tahmin ettiğim gibi kütüphanenin okuma salonlarına üye olmayanlar giremiyor. On ayrı okuma salonu var, her biri tek başına bir kütüphane büyüklüğünde. Bilim, Asya, Afrika, müzik, nadir kitaplar gibi salonlarda milyonlarca kitap sessizce bekliyor. 
British Library'nin herkese açık bölümlerinde bol bol çalışma masaları var. Aydınlık, ferah, bol prizli alanlar. Ücretsiz wifi da mevcut. Sanırım kütüphane üyesi olmayanlar da da ödev yapmak, çalışmak, okumak, yazmak için bu alanları yoğun bir şekilde kullanıyor. Masalar hep dolu.


Tam ortada binanın merkezinde dört tarafı camdan, altı katlı ayrı bir bina var. Oraya kimse girmiyor. Dev bir camekan gibi düşünebilirsiniz. Bu altı katlı bina yüksekliğindeki dev cam dolap yerden çatıya kadar eski kitaplarla dolu. King's Library deniliyor buraya. Tüm kafe, restoran ve çalışma alanları King's Library denen bu cam  bölüm etrafına yerleşmiş. Yani ben size bu satırları yazarken arkamda bin yıllık ansiklopediler, haritalar var. 

Yazmaya başlamadan önce tüm ziyaretçilerin ücretsiz girebildiği Treasures of British Library galerisini gezdim. 1450 basımı Gutenberg İncil'i, Leonardo Da Vinci'nin eskiz defterleri, Waterloo savaş planları, Bach, Mozart, Chopin ve Beethoven'in nota defterleri hepsi çok etkileyiciydi. Ama bugünle ilgili bende en derin izi bırakanlar Jane Austen'ın,  Charles Dickens'ın ve Charlotte Bronte'nin defterleri oldu. Bazı satırlara nasıl takılı kaldıklarını, karalayıp karalayıp tekrar yazdıklarını, aralara kargacık burgacık eklemeler yaptıklarını farketmek çok anlamlıydı benim için. 

Bir de Beatles'ın Yesterday, Help ve Michelle şarkılarının liriklerinin ilk yazıldığı kağıtları görmek ve ortaya çıkış hikayelerini öğrenmek çok ilginç hatta dokunaklıydı. Örneğin, Paul Mc Carty bir sabah kafasında Yesterday'in melodisiyle uyanmış ve önce bunu varolan bir şarkının melodisi sanmış. Durumun farklı olduğunu sonradan anlamış. Ben Beatles'ın Help'ini çok severim. Help, gerçek bir yardım arayışıymış.  Yalnızlıktan, kafa karışıklığından ve belirsizlikten bedenen ve ruhen bezen  Lennon'un çığlığı bir bakıma. Aslında daha ağır bir balad olarak ortaya çıkmış ama ticari sebeplerle biraz daha hızlandırılmış. 

Help me if you can, I'm feeling down
And I do appreciate you being 'round
Help me get my feet back on the ground
Won't you please, please help me

Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir diye soranlara gezmeye gittiği yerde okumaktan da geri kalmayan derim :)


19 Haziran 2015 Cuma

Kingston'da Aylaklık

Londra'ya bu gelişimde kalabalıkların beni bastığını, şehir merkezindeki aylaklıklarımı  ancak artistik peynirciler, butik kahveciler, egzantrik pastaneler, ufuk açıcı kitapçılar sayesinde mızmızlanmadan tamamladığımı farkettim. Bu satırları da size Londra'nın sevimli ve merkeze uzak bir köşesinden, Kingston'dan yazıyorum. 

Alışverişimi nokta atışı şeklinde - kendime söz verdiğim gibi -  sadece yeğenime ufak bir hediye alarak çabucak hallettim. Sonra da flatwhite kahvemi ve kekimi alarak nehir kıyısına yöneldim. 

Thames'in çamurlu sularını seyretmek üzere benim gibi birçok kişi ayaklarını suya sallandırarak yerde oturuyor. Arkamızda bir yaya yolu, onun da arkasında kafeler ve lokantalar var. Oralarda nezih bir biçimde yiyip içip manzaraya bakabilirsiniz. Manzara dediğim : üzerinde ufak teknelerin gezdiği bir tembel nehir , kuğular, ördekler. Ortamdaki en yüksek sesi bu son ikisi çıkarıyor.  Kafeler ise müziklerini kendileri çalıp kendileri duyuyorlar. 


Ben kuğuları seyrederken kuşun biri  bacağıma sıçmış. Elimdeki keki bitirip onu tuttuğum peçeteyle pantolonu sileyim dedim. Kekten peçeteye bulaşmış olan çikolatayı şuursuzca üzerime sürdüm. Kot pantolonumdaki kahveden yeşile, yeşilden sarıya renk geçişlerine - kendim yapmamışım gibi- hayretle baktım. Oturduğum yerden kalkmaya üşendim. Elimdeki  boklu peçeteyi bitirdiğim kahvenin karton bardağının içine tıkıştırmak iyi bir fikirmiş gibi geldi. Ama bu işlem sırasında elime kuş kakası bulaştı. Kahve bardağının dandik plastik kapağını da yerine geri takamadım zaten. Rüzgar esti. Bardak bir yana , kapak öte yana yuvarlandı.   

Bütün bunları arkamdaki restoranın beyaz örtülü masalarında oturmuş şarap içmekte olan insanlar da gördü ve hiç gülmedi.  

Bir Tutam Aylaklık

Çok geziyorum,  çok yoruluyorum. Akşamları oturup düzgün düzgün yazı yazma konusunda kendimi kasmamaya karar verdim.
Az yazılı çok resimli bir yöntem deneyeceğim. Gün içinde,  eve dönmeden taze taze.
 

Örneğin bunlarla yarım saat önce Kingston' da karşılaştım. 

 

Dün Wallace Collection da  gördüğüm bu tablo gece ruyama girdi. 

 
Marylebon da karşıma yine çok acayip bir peynirci çıktı. Ortadaki lavantaliya dikkat. 

 
Antarktika mutfağına merak sardim. 

Japonların tam benlik bir kelimeleri olduğunu öğrendim. 
Boketto: hiç bir şey düşünmeden uzaklara bakmak. ..



17 Haziran 2015 Çarşamba

Covent Garden'da Aylaklık

Leicester Square'e yakın ama ara sokaklarda bir yerlerdeyim. Tarif eden olmasa hayatta bulamayacağım minicik bir cennetteyim. Bir İsveç kafesi. İçeride 8, dışarıda 2 kişi maksimum oturma kapasitesiyle sevimli bir kafes hakikaten. İsveçlilerin tüm dekorasyon anlayışını IKEA'dan ibaret sanıyoruz ya, haklıyız galiba. Kafedeki pastalar, kurabiyeler o kadar süslü, gösterişli ve şık ki, bu ahşap beyaz raflar, dümdüz masalar ve sandalyeler ortamı sakinleştirmiş. Göz makyajı yapınca dudakları geri planda bırakmak gibi. Peki ben neden özellikle buradayım? 

Timeout London yaklaşık 2 ay önce "Londra'nın En İyi 10 Pastası" diye çok tehlikeli bir liste yayınladı. Bageriet'in prenses pastası da bu listede yerini alanlardan. Test ettim, onayladım. Evet, torpil  yok. Paralel filan da değiller. Listedeki yerlerini sonuna kadar haketmişler. Taze kremasını mümkün olduğunca uzun süre yutmadan ağzımda tuttum. O kadar lezzetli ve hafif ki, pastayı yerken gözlerimi kapadım ve boyut değiştirdim. Geçen gün Budist tapınağının bahçesinde nefes egzersizi yaparken olduğu gibi. Huzura yolculuk. 

***

Buraya gelmeden önce Holborn civarındaydım. Sir John Soane's Müzesi'ni gezdim. Sir John ilginç fikirli ve sanat meraklısı bir mimarmış. Evini (malikanesini) daha hayattayken müzeye çevirmiş. Oğlu da kendisi gibi mimar olmadı diye biraz bozulmuş galiba. Böyle bir adamın evi nasıl olur? Aynalar, sürme kapılar, binlerce kitapla dolu kütüphanesi olan üstüne üstlük bir de eski eser ve antika koleksiyonuna sahip bir malikaneden bahsediyoruz. 


Müzeye giriş ücretsiz ve içeride her salonda sorularınızı bekleyen gayet bilgili ve saygılı görevliler var. Girişte elime bir poşet verip çantamı vesairemi içine koymamı ve telefonumu kapatmamı veya uçak moduna almamı istediler. Fotoğraf çekmeye izin verilmeyen müzeler gördüm de, uçak modu da ne oluyor diye merak ettim. Sir John evi müze olarak parlementoya teslim ederken herşeyin bıraktığı gibi kalmasını, teknolojik değişikliklerden etkilenmemesini şart koşmuş. Hakikaten adamın astığı tabloların bile yerini değiştirmemişler. Müzeyle ilgili koyduğu bu şarta duydukları saygıdan ötürü telefonları kapattırıyorlar. Aslında bir görevli şöyle dedi: Yarım saati de telefonunuzdan ayrı geçirin, müzenin tadını çıkarın. Haklıydı bir bakıma. Fotoğraf çekemeyeceğimi bilince etrafa ekstra dikkatli baktığımı farkettim. İlahi Sir John, öngörülü adammışsın. 

***

Covent Garden ve Seven Dials civarında her sokağa girdim çıktım. Benim gibi peynir aşığıysanız az önce bulunduğum dükkan sizin de rüyalarınızı süsler. Neals Yard Dairy çok ama çok güzel bir yer. Peynirlerin başındaki adam İstanbul'daki havalı kahvecilerde gördüğümüz barista tiplerinden. Kısa saç, uzun bol sakal, dövme, dar ve kısa paça pantolon. Ama eleman önünde önlüğü peynir kesiyor, tattırıyor, sohbet ediyor. Kasmıyor yani. 


Uygun bira ve uygun peynir seçildiğinde  bira-peynir'in de mutlu bir ikili olduğundan bahsetti örneğin. Kendisi koyu renkli, karamel notalı bir birayla bir peyniri çok yakıştırıyormuş. Peynirin türünü iki kere söylettim, ikisinde de anlamadım. O yüzden size aktaramıyorum. Konu peynirse gerisi teferruattır zaten. Heh heh:) Kamyon arkası yazısı gibi oldu ama idare edin. Keep calm and eat cheese!

15 Haziran 2015 Pazartesi

Soho'da Aylaklık

Soho Carnaby Street'de öğleden sonra dört gibi yazıyorum. İki gün üstüste bağları bahçeleri gezdikten sonra bugün bir Soho yapayım dedim. 

Yanlış kararlarım ve bunlara bağlı olarak yaşadığım hayal kırıklıklarım oldu bugün. Durun sırasıyla  anlatayım.

Öncelikle, görmemiş biri olduğum iyice belli oldu. Fortnum & Mason Mağazası'nda çay, reçel, tabak, çanak ve parfüm şişelerinin fotoğraflarını çekerek iki saat geçirdim.



En ucuzu 400 pound olan ( Ascot at yarışlarında Royal teyzelerin taktığı) şapkalardan denedim. Tester el kremlerinden sürdüm, parfüm kokladım. Sonunda açlığım aklıma geldi. Altı pounda 300 gram kinoalı minoalı kısır gibi ama değil bir salata aldım. Yemeğimi yiyebilmek için bir bank, duvar üstü, ağaç altı aramaya koyuldum. F&M'dan çıkıp 100 metre yürüyünce adını not etmediğim bir kilisenin bahçesinde yemek standları gördüm. Japon, Lübnan, Peru, Arjantin, Fransız ve İtalyan mutfaklarından elde yenebilecek tarzda yemekler satıyorlardı. İnsanlar kağıt tabaklarda paella, falafel, suşi, krep yiyordu. İşte ilk hatam. Fortnum & Mason'dan kısır alacağıma buradan pis pis şeyler alıp yiyebilirdim. Hem kiliseye de bir yardımım dokunurdu. Tanrı bizi korusun. 

Hata 2: Kahveyi Soho'da Bar Italia'da içme konusundaki ısrarım. Neymiş efendim, 1949'dan beri açıkmış. Tam bir hayal kırıklığıydı. Üstelik orayı ararken karşıma Departmen Of Coffee (Londra'nın iyi kahvecilerinden biri) çıktı ve ben yüz vermedim. Bar Italia'da menüde 5 tane kahve vardı. Bir cortado bile yoktu. Yan masada iki Türk küfürlü küfürlü sohbet ediyordu. Söylediğim sütlü kahveyi alel acele içtim ve kaçtım. Daha da gelmem buraya. Kimse benim sabrımı sınamasın. 

Hata 3: The Photographers Gallery takıntım. Her Londra seyahatimde gelirim. Dünyada sadece fotoğraf sergilemek üzere kurulan ilk galeri. Bu aralar iki sergi var ve şansıma daha çok ilgilendiğim serginin olduğu katlar bugün kapalı. Gelmişken " The Chinese Photobook" isimli diğer sergiyi gezdim ama canım çok sıkıldı. Allah günah yazmasın ama giyinikken hayrını görmediğimiz Çinlilerin çıplak halleri beni hepten hayattan soğuttu. Bu cümleye ayıp diyen, gitsin beni kabahatimle başbaşa bıraksın.


Carnaby Street kafa dağıtmaya birebir. Tasarım mağazalar ve tasarım insanlarla dolu. Mekanın şıklığından, gizeminden ve merakımdan " The Great Frog" diye bir dükkana girdim örneğin. Metalcilerin taktığı çok acayip takılar satıyorlar ama aklınıza İstiklal Caddesi filan gelmesin. Çok exclusive şeyler.


 Iron Maiden, Alice Cooper, Marilyn Manson, Aerosmith, Lenny Kravitz'e ve daha bir sürü ünlüye takı yapmışlar. Apayrı bir dünya. Kurukafanın arzu nesnesine dönüştüğü bir yer. Pek severim böyle acayipliklere dalmayı. 

Günün birasını Shakespeare's Head diye bir pubda içiyorum. İki masa ötede Bradley Cooper'ın sağ profili oturuyor ve karşısındaki paçoz kadınla hararetli bir şekilde sohbet ediyor. Hayırlı evlatmış, almış anasını puba getirmiş diye geçiriyorum içimden. Kişisel tarihim boyunca denk geldiğim güzel adam çirkin kadın çiftlerini düşünüyorum. Bu arada garson kız dibinde hala bir parmak bira olan bardağımı alıyor. Durduramıyorum. Bradley'i ve onun gibileri önce Allah'a sonra da göz doktorlarına havale edip günü kapatıyorum. 

14 Haziran 2015 Pazar

Wimbledon'da Aylaklık


Wimbledon Village'da yaptığım yumurta ve kahveden oluşan kahvaltının ardından yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün sonunda Wimbledon Tenis Klübü'ne ulaştım. İngilizlikte ve poshlukta sınır tanımıyorum görüyorsunuz.


Kaderimde kriket var heralde, yine karşıma çıktı. Bu seferki oyuncular maksimum 10 yaşında sarı kafalı çocuklar. Şu anda bildiğimiz Wimbledon Tenis Şampiyonası'nın yapıldığı yerde değilim. Orası yolun öbür tarafında . Ben klüp tarafındayım. Kortlara ve kriket sahasına bakan klüp kafeteryasının balkonundayım. Hava bana göre serin. Kafamda kapşon. Oysa bir sürü kadında parmak arası terlik tespit ettim. Hepsinin karnı ağrıyacak ayol. Öteki tarafa geçmeye çalışacağım. Bakalım tünelin ucunda bana doğru yaklaşan bir ışık mı göreceğim, kafama tenis topu mu yiyeceğim?

***

Birkaç dakika önce , Wimbledon Tenis Turnuvası'nın en büyük karşılaşmalarının gerçekleştiği merkez kortun önündeydim. Binaların dışından dolaşmanıza ücretsiz izin veriyorlar. Bir de müze var ayrıca ama girmeyi düşünmüyorum. Eski tenis kıyafetleri ve raketlerinin olduğu benzer bir sergiyi Londra'ya daha önceki gelişlerimden birinde gezmiştim.
Turnuva zamanlarında buralar cıvıl cıvıl oluyordur. Yanyana dizili boş stantların üzerinde " şampanya" , "çilek ve krema standı" gibi isimler gördüm. Biz milleti burada çok ciddi bir spor faaliyetinde sanırken olayı nerdeyse Victorias Secret'a bağlamışlar.

***

Nerede olduğumu söylesem inanmazsınız. Dün bir kilise avlusunda vakit geçirmiştim ya, o çok normal bir durummuş meğer. Zira bugün Wimbledon'da bir Budist tapınağının bahçesindeyim. Kendimle gurur duyuyorum. Üşenmedim, yılmadım, yürüdüm, sordum, aradım ve buradayım. Tayland hükumetinin desteklediği bir tapınak. Hiç gitmedim oralara ama kendimi uzakdoğuda hissettirdi. Ben Budapadiba Tapınağı'nda geçen bir filmin açılış sahnesini çekiyor olsam şöyle yapardım: Kamerayı tapınağa giden patikanın üzerindeki ağacın yaprakları arasında başlatırdım. Dallar aralanır, patikanın gölgeleri dağılır ve karşınıza bütün ihtişamı, kırmızı ve altın rengi süslemeleriyle koca tapınak çıkar. Merdivenleri tırmanıp kapısına ulaştığınızda iki aslan heykelinin bekçilik yaptığını görürsünüz.

Ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim. Fotoğraf çekmeye izin yok. Daha önce gördüğüm hiç bir şeye , hiç bir yere benzemiyor burası. Bahçede ufak bir gölet, içinde ördekler var. İki ahşap köprü, suyun çevresinde ağaçlar. Kuytularda gizlenmiş irili ufaklı Buda heykelleri.


Tapınağın bahçesinde bir bankta oturuyorum ve nefes egzersizi yapıyorum. Bıraksalar uyuyacağım. Ayağımın dibinden bir sincap telaşlı telaşlı geçiyor. İki adım ötede durup bana bakıyor, sonra koşmaya devam ediyor. Sakin ol sincap kardeş. Hiç yakışıyor mu şu ruhani ortama senin o çizgi filmi hallerin?

***

Eve dönüş yolunda Isabella Plantation denen yeşil alana girdim. Dikkat geyik çıkabilir! Peki. Yaklaşık benim boyumda dev bir kütüğün tepesine tırmandım. Ayaklarım yerden kesilmiş bir vaziyette kaleme alıyorum günün son satırlarını.

Geçen gün Keanu'yu abartmışım. Fotoğraf da koyamayınca millet iyice meraklanmış. Kızlar, üzgünüm, bugün o tip bir mevzu yok. Aslında öğlen makarnanın yanında bir kadeh şarap içseydim, dönüşte otobüste kesin Edward Norton'u görürdüm.

Bugün toplam iki yumurta, dört dilim ekmek, bir koca tabak makarna yedim. Karbonhidrat bayramımız kutlu olsun. En az 12 km. yürümüşümdür. Tam rakamı bilemiyorum. Doğru tahmin ettiniz, şarjım bitti.

İstediğim yerde, istediğim zaman yazı yazabilmek paha biçilmez bir keyif. Ne Yıldız Parkı'nda, ne de Belgrad Ormanları'nda bunu yapamam. Tedirginliğim engel olur. Bu huzura ve iç enerjiye ( ilham demeyelim de) erişemem. O yüzden kaçtım. Blogun Facebook sayfasında dediğim gibi. Kendimden kaçmak için yazıyorum ve yazarken buluyorum kendimi. 

13 Haziran 2015 Cumartesi

Richmond'da Aylaklık

Londra, Richmond, St Mary Magdelena Kilisesi
Türkiye'de alışık olduğumuzdan çok daha serin bir Haziran günü, evimden kilometrelerce uzakta bir kilise avlusundayım. Bir duvara oturdum ve yazmaya başladım. Pek fazla gelen geçen yok, ama olanlar da başlarıyla selam vermeyi ihmal etmiyorlar. Buraya gelmeden önce kırlarda bir saat süren çok yeşil ve çok oksijenli bir yürüyüş yaptım. Gözlerimi kapadım ve temiz havayı derin derin içime çektim. Birbirinden sevimli köpeklerle karşılaştım. Sahiplerinin yanından ayrılıp bana yanaştılar, kokladılar. Kafalarını okşadım, o güzel kahverengi gözlerine baktım. Bakıştık. Birbirimize zararımızın dokunmayacağından emin olduk. 


Üzerimde bir tshirt , bir süveter ve yağmurluk var. Boynumda da ince bir kaşkol. Genel olarak insanlar benden daha az giyinikler. Demek ki alışmışlar. Acaba ben nelere alıştım farkında olmadan? Başım önde yürümeye, yüksek sesle gülmemeye, insanlarla hemen samimi olmamaya, öküz altında buzağı aramaya... Kilisenin çanları çalıyor, büyük bir ağacın gövdesinde iki sincap birbirini kovalıyor . Sessizliğin içine kuş cıvıltıları ve sincapların ayak sesleri yayılıyor. Seviyorum buraları, çok seviyorum. 

***

Bugün garip yerlerden yazma günüm heralde. Şimdi de Richmond Green denen yeşil alanda kriket oynayanları izliyorum. Beyaz kıyafetleri, V yaka beyaz yelekleri içinde sarışın genç adamlar. Hepsi İngiliz soylusu mudur bilemem ama bir iki tanesi Prens William'a benziyor. Henüz oynamaya başlamadılar. Öylesine atış yapıp, bir yandan da şakalaşıp gülüşüyorlar. Oturduğum bankın diğer ucunda Hintli olduğunu tahmin ettiğim kara kuru bir delikanlı oturuyor. Bu sütlaç gibi çocuklara, sarı saçlarına, pembe yanaklarına bakıp iç geçiriyor mudur? Valla ben biraz geçiriyorum sanki. Yani fena mı olurdu, Beşiktaş'ta veya Taksim'de üzerimize üzerimize gelen o erkek yığınının içinde biraz daha böyle vanilya aromalılar olaydı?


Kriket nedir, amaç ne? Topu tutmak mı, atmak mı? Hiç bir fikrim yok. Ama bir bira alıp şu çocukları biraz daha seyredeceğim galiba. Londra'ya geldim diye beni 7/24 müze ve galeri mi gezecek sandınız?

***

Kriket ve biradan vazgeçtim. Richmond'un üç kişi yanyana zor yürüyeceği darlıkta sokaklarında dolaştım. Küçücük ve şık kafeler, kırtasiyeler, publar gördüm. Dondurmaları üst katta yaptıklarını söyleyen bir dükkanın muhteşem mavi tabelasına tav olup içeri girdim. "Gelateria Danieli" Annesi İngiliz ,babası İtalyan bir kız dondurmaların başındaydı. Niyetim sadece bir kahve alıp çıkmaktı ama uzun zamandır denemek istediğim "salted caramel" dondurma diğerlerinin arasından bana göz kırptı. Sadece bir top aldım ve tadına ba-yıl-dım.


Çocukluğumuzda bayramlarda ikram edilen, ambalajı albenisiz, yuvarlak ve kahverengi şekerleri hatırladınız mı? Onun dondurma olmuş halini 40 küsur yaşımda ve burda bulmak ne hoş tesadüf. Dondurmacı kızla sohbet ettik ve bana Richmond Hill'e çıkmamı tavsiye etti. Ben de eski İngiliz iş arkadaşlarımın her telefon görüşmemizde hava raporu vermelerini anlattım. Sebebini şimdi anladım dedim. Karşılıklı güldük. 

***

Richmond Hill çok ama çok iyi bir tavsiyeymiş. Şu anda Terrace Gardens diye bir yerdeyim, henüz Hill'in tepesine varmadım. Ama burası da o kadar keyifli bir yer ki, anlatamam. Keşke gerçek bir yazar olsaydım. Size buradaki çeşit çeşit çiçekleri, morun ve yeşilin meğer kaç farklı tonu olduğunu yazardım. Telefonumun şarjı bitti, fotoğraf çekemiyorum. Bütün gayretimle buraları hafızama kazımaya çalışıyorum. Ne olur sevgili beynim, kaç yaşıma gelirsem geleyim bugünü, bu anı, şu gördüklerimi benden alma. 

***

Tepeye kadar yürüdüm. Gerçekten güzel bir manzara var. Epey rüzgarlı olduğu için biraz sersemledim. Oksijen de çarpmış olabilir. Sanki bütün bu yaşananlar ödül değilmiş gibi kendime bira ısmarlamaya karar verdim. Roebuck diye bir pubdayım. Half pint lokal bir bira içiyorum, bir yandan da cebimdeki İstanbul bademlerini kemiriyorum. Dışarıda oturacaktım ama elimde bardakla ve saçlarım ağzıma girerken yazamayacağımı anladım. Yapış yapış bir pub masasından bildiriyorum sevgili okuyucu. 
Hayat, sen ne güzelsin! Ve ben ne şanslıyım! ( Düşünün ne kadar yorgunum, üç yudum birayla "öpüjem" kıvamına geldim)
Biranın kalanını dışarıda , İngiliz rüzgarına kendimi teslim ederek içmeye karar verdim. Daha sonra tırmandığım tüm bu yolu ineceğim. Düzeltiyorum, yuvarlanıp gideceğim ;)

***

Thames kıyısına ulaştığım noktada, bir duvara tüneyip yazıyorum bunları. Önümdeki akmıyormuş gibi görünen uyuşuk nehir üzerinde kanolar geziyor. Keman çalan yaşlı sokak çalgıcısına metal bir İngiliz parası veriyorum. Kafam güzel, kaç TL olduğunu hesaplayamıyorum. Ayrıca ne önemi var? Burda, gözlerimden yaşlar akarak ama hiç de mutsuz hissetmeyerek oturmamı söyleyen o kemanın içli sesiydi. Ah be amca, topladığı paraları evdeki hasta karısına ve aç çocuklarına götürecekmiş gibi de durmuyorsun ama, senin bu halinde bana dokunan birşey var yine de. Thames kıyısında, canlı klasik müzik eşliğinde yazılıyor bu satırlar, güzel okuyun. 

***

Richmond Green'deyim tekrar  ve bizim sütlaçspor hala kriket oynuyor. Biraz baktım ama hiç sarmadı. İyi ki takılmamışım bunlara. Dondurmacıya tekrar gittim ve verdiği tavsiyeden dolayı kıza teşekkür ettim. İstasyona gidip beni Earls Court'a götüreceğini umduğum bir trene bindim. Karşımda Keanu Reeves'in gençliğine benzeyen bir çocuk oturuyor. Ya da oturmuyor. Bu çok önemli değil. Trenin kalkmasını beklerken insanları izliyorum. Straplez bluzla gezen de var, kaşe kabanına sarılan da. Keanu cips yiyor ve arada bir tuzlu parmak uçlarını yalıyor. Bu kadarını uyduruyor olamam heralde. Tren hareket etti. Earls Court'a gitmiyorsa birazdan çok eğleneceğiz. Keanu cipsin üzerine bir de çikolata yedi ve trenden indi. Şarjım olsaydı sinsice çekerdim resmini yemin ederim. 

***

Bu arada bütün gün neler yiyip içtiğimi düşünüyorum: bir sandviç, bir küçük meyve suyu, bir top dondurma, bir kahve ve bir ufak bira. Abarttığımı düşünmüyorum, üstelik deli gibi yürüdüm. Bu performansla bu tatilden de kilo almayı başararak dönersem kendime çok kızacağım.

***

Bir daha trende yazmayacağım, midem bulanıyor. 

Aylak Kız Londra'ya Giriş Yapıyor ( yine yeni yeniden)

Dün sabah , daha güneş bile doğmadan çıktım yollara. Aylaklığım Taksim'den  Sabiha Gökçen Havaalanı'na ordan da Londra'ya yol aldı.

Her tarafı özgürlük, bireysellik ve sanat dolu olan bu şehirde ,bu nasıl düşünür, şunu giysem mi, bu ne giymiş diye kaygılanmadan kendimin farkına vararak geçireceğim günler için şimdiden çok mutluyum.  Burası içinizdeki cevheri bulmak için en uygun yer.

Bir sonraki yazım canlı yayın gibi bir şey olacak. Aylak kız Cumartesi günü ne yapmış, nerelere gitmiş, ne yemiş, ne düşünmüş? Merak eden okusun:)

5 Haziran 2015 Cuma

Püf

Merhaba , benim canımdan çok sevdiğim aylaksever arkadaşlarım. Gün geçmiyor ki şu güzel şehrimizde , mega İstanbul'da bir  sergi, bir sunum, antin kuntin bir  film gösterimi olmasın. Bir okur-yazar buluşması mı istersin, müze bahçesinde yoga mı, yoksa müze kafesinde parti mi? Hepsi ve daha fazlası var. Alkışlıyoruz! Bazen içimdeki entellektüel dürtüyor "kızım , aylaklık yapacaksan böyle astirifiston yapacaksın" diyor beni event'ten event'e koşturuyor. Durun düzelteyim, "kızım" kelimesi onun değil. Kızım, len, yaw, çüş... bunlar hep içimdeki avam aylağın lafları. Bir süredir onun etkisindeyim. İnsan bir haftada 34 sayfacık mı kitap okur? "Çok meşgulüm, televizyonda günlerdir Müge Anlı seyrediyorum. Kadının saçı hergün o kadar fönü boyayı nasıl kaldırıyor yaw? Kızım onlar ne biçim bakımlar yaptırıyordur tepeden tırnağa, ohoooo. " İşte avam aylakla modumuz bu.

Geçen gün, İTÜ'nün Maçka'daki İşletme Fakültesi'nin önünden geçerken hemen arkasındaki süslü sarı binada yani Antik Palace'de  "Camın Şairleri" diye bir sergi olduğunu gördüm. Girdim, zira bu binanın içini çok merak ediyordum. Giriş katında Dolmabahçe Sarayı'ndakilere benzer dev vazolar , antika şamdanlar, koltuklar var. Sarayı olan varsa bir baksın derim . Sergi üst kattaydı.  Galle isimli bir sanatçının 1920'li yıllarda yaptığı cam eserleri vardı . Meğer Galle, Fransız cam sanatının en önemli temsilcilerindenmiş ve ayrıca Art Nouveau akımının öncüsüymüş. Art Nouveau dedikleri ise kısacası bol bol süsleme demek. Dış cephelerde, kapılarda, mobilyalarda, vazo ve diğer cam eşyalarda, hatta parfüm şişelerinde süslemeye dayalı bir sanat akımı. İçimdeki entel aylak sayesinde en azından bu kadarını okuyabildim. Sonrasında  vazoların altındaki yazıları okumadan ,tamamen rengini ve üzerindeki süslemeleri sevip sevmeme durumuma göre birkaç fotoğraf çektim . Sergide Galle dışında iki sanatçının daha eserleri varmış ama nasıl olsa isimleri aklımızda tutamayacağız öyle değil mi?

Bu aralar market rafları arasında  vakit geçirmek çok keyifli geliyor. Tadelle'nin 7 çeşidi olduğunu biliyor muydunuz?  Peki ya Kurukahveci Mehmet Efendi'de kafeinsiz Türk kahvesi de olduğunu. Maybelline Colossal Kajal göz kaleminin hakikaten akşama kadar idare ettiğini, tarhana cipsi diye bir atıştırmalık olduğunu... Bunlar hep genel kültürmüş, öyle diyor avam aylak.

Engin Altan Düzyatan'ın karısının hamile olduğunu, Arda'nın Burcu Esmersoy'u sosyal medya hesaplarında arkadaşlıktan çıkarttığını, Hülya Avşar'ın kardeşi Helin'in yaz ayları için kiralık sevgili istediğini, Defne Samyeli'nin yakında doğal malzemelerle cilt bakımı üzerine bir kitap çıkaracağını da bilemiyordunuz değil mi?

Yazın gelemediği, Haziran ayında sokaklarından seller akan bir İstanbul'dan bildiriyorum sizlere canlarım. Gün olur Nişantaşı galerilerinde elimde  kadeh sergi gezerim. Gün olur Gratis'te makyaj pamuklarının adet/fiyat performanslarını karşılaştırırım uzun uzun. Ne gelirse başıma, ne yaşarsam veya neye heves edersem onu yazarım size. Aylaklık üfürürüm üzerinize. Aynen şimdi olduğu gibi : pufffff


2 Haziran 2015 Salı

Ergenler Nereye Gider?


Almanya'nın küçük bir kasabasında doğup büyüyen 15 yaşındaki kuzenim tatil için 4 günlüğüne İstanbul'daydı. Burda gördüğüm akranlarına göre çok daha sade, hatta naif bir çocuk olduğunu söylemem lazım. Okula bisikletle giden, haftanın 3 günü salonda, 2 günü futbol sahasında arkadaşlarıyla spor yapan, en büyük haftasonu eğlencesi  go-kart yapmak olan bir delikanlı. 



Kuzenin Türkçesi zayıf, benim Almanca sıfırdı. Fazla konuşmadan kalabalığın içinde yavaş yavaş ilerledik. En son dört sene önce geldiğinde Cevahir alışveriş merkezinin oyun parkında mutlu ettiğim çocuğu bu yaşta neyle oyalayacağımı kestiremiyordum.Bir  gün önce diğer kuzenim tarafından Sultanahmet civarında gezdirilmiş ve Kız Kulesi'ne götürülmüştü. Daha fazla müze, saray veya cami göresi yoktu.Taksim' den Tünel'e kadar yürüdük.Tünel'e vardığımızda kendisine meşhur Shake Shack'e gitmeyi teklif ettim. O yaşta bir çocuk hamburger yer, milkshake içer, etraftaki yaşıtlarıyla kesişir diye bir düşüncem vardı. Gel gelelim bizim Almancı, hamburger veya pizza yemek istemediğini söyleyince, tramway durağının orda aç bir soru işareti olarak dondum kaldım. 

Kuzeni ara sokaklardan birinde esnaf lokantası gibi bir yere götürdüm.Mantı ve tas kebabı yedi ve sanırım memnun kaldı, zira tabaklar boşaldı. Ben de ömür törpüsü teyzeler gibi "doydun mu ,doydun mu" diye sormaya devam ettim. Her defasında sade bir "ya" (evet) cevabıyla yetinmek zorunda kaldım. 

Eve döndüğümde araştırdım, nereye götürebilirdim çocuğu diye ama öğrenci mekanı diye arandığında internetin aklına sadece ucuz bira geliyordu. Ergenler için mekanlar diye aradım, bir sürü alakasız Gülben Ergen haberi çıktı. Liseliler sadece Mc Donalds ve Starbucks'a mı gidiyordu? 

Ne çocuk ne genç kız olduğum ve hazır giyim literatüründe "garson boy" diye geçtiğim o sıkıntılı yaşları hatırladım. Bir düğün, bayram alışverişi bu kadar çileli olabilirdi. Günümüze dönecek olursak, menüsünde alkol olmayan, yiyecek seçenekleri hamburger ve sosisten fazlası olan, ambiyansı Hacı Abdullah'tan daha hareketli bir mekan bulma konusunda da benzer bir tıkanıklık yaşadım. 

Hala merak ediyorum, 13-15 yaşında çocuklar nerelerde takılıyor? Numnum veya Kırıntı'yı cevap olarak kabul etmiyorum. Gönlüm o yaşta çocukların bizlerle bu kadar içiçe olmasından yana değil. Büyüklerin ortamlarına ve muhabbetlerine ortak olmak için acele etmesinler, yaşlarının doğallığından ve çocuksu saflığından bu kadar erken vazgeçmesinler istiyorum.