29 Mart 2022 Salı

Ev derken...

 Müstakil ve sobalı bir evdi büyüdüğüm ev. Ne zengin ne fakir, orta direk bir çevreye doğdum. Yirmi altı yaşıma kadar o evde yaşadım. Yaşadık. Sonra Beşiktaş’a kaloriferli bir apartman dairesine taşındık. Banyo musluğundan akan sıcak suyla yüzümü ilk yıkadığımda yirmi altı yaşındaydım yani :) Yeni evdeki ilk sabahlarımda gözümü açtığımda pencerenin kapının yerini filan  yadırgadım. Zamanla alıştım Beşiktaş’a. Çok da yabancısı değildim zaten. Çarşısına pazarına gelirdik eskiden beri. Ama burada yaşamak farklıydı tabi.

Eski mahallemizde her ama her gördüklerinde okulun, işin nasıl gittiğini, evdekilerin halini hatırını, hatta ananemi babanemi soran komşularımız vardı. Hayır dua eder,  selam gönderirlerdi. Yaz ikindileri kapılarının önünde sohbet etmek üzere toplaşırlardı. Minik taburelerine oturup gelene geçene laf atan bu teyzeler grubundan ergen aklımla pek hoşlanmazdım. Yolumu değiştirirdim bazen. Cep telefonu yoktu tabi o zamanlar. Olsaydı önlerinden geçerken konuşuyormuş gibi yapardım kesin. İçlerinden birinin benim yaşlarımda torunları vardı. Dolayısıyla o, diğerlerine göre okulla ilgili mevzulara daha bir yakın daha bir hakimdi. Diğerleri "Allah zihin açıklığı versin, kaça gidiyorsun, kaçta dönüyorsun" seviyesindeyken o, ÖSS ÖYS vize final bütünleme ince ince sorardı. Eğitim Bakanı diye isim takmıştık ona kardeşimle. Bakan teyzeye tekmil vererek geçti yıllar. Mezuniyet, kep töreni, hatta staj, iş başvurusu, iş görüşmeleri, sigorta, servis, mesai, ilk maaş... Kariyer planlamamın yılmaz bekçileriydi komşu teyzeler. Beşiktaş’a gelirken o meraklı ve şefkatli bakışları ardımızda bıraktık. Birer ikişer veda etti onlar da önce kapı önü taburelerine sonra hayata.

Şu son birkaç senedir söyleniyordum. Ulan herşeyin en kötüsü hep bize mi denk geldi arkadaş diye. Ekonomik kriz, deprem, salgın, yangın, sel, savaş... Bugün farklı düşünüyorum. Çok iyi şeyler de gelmiş başımıza. Şimdi dizilerde filmlerde aradığımız ortamlara doğmuşuz mesela. Bir gün Bakanlar Kurulu'nu özlemle anacağımı tahmin edemezdim. Yazarken böyle oluyor, o kalemin ucu tahmin etmediklerimi çıkarıyor hep önüme. Bazen kendi içime arkeolojik kazı yapıyor gibi hissediyorum. Gizli tüneller, dehlizler, mağaralar, yer altı gölleri, dışarıda hiç olmayan renkler biçimler, yılanlarla ve elmaslarla dolu sandıklar. Saraylar, kulübeler, meydanlar ve patikalar. Bir tarafta buz yeşili keskin kenarlı bir yalnızlık, öte yanda hazır çorba gibi kokan bunaltıcı insan yığını...

"Yazmak varmakla eş değer değildir. Hatta çoğu zaman varmak değildir." demiş ya önemli biri (keşke kim olduğunu bilsem) Benim yazılar da öyle, başladığı yere dönemiyor. Ring sefer mümkün değil. Çocukluk evim diye başlıyorum tüneller, yılanlar ve elmaslarla bitiriyorum. Esen kalın. 

Sanat eseri Haluk Akakçe'ye ait 💚





17 Mart 2022 Perşembe

Şaşırıyorum

 Ne çok özlemişim çocukluğumu. Martılar bile bana o günleri anımsattı. Oysa hiç martı görmedim ben çocukken. O yıllarda muhatap olduğum en vahşi doğa unsuru ananemin bahçesindeki dut ağacının altında oynarken kafamıza üstümüze başımıza düşen tırtıllardı. Dut denen şeyin para karşılığı pazarda manavda satıldığını idrak etmem de ilginçti. Bayağı şaşırmıştım.

Dünyan ne kadar küçük, hayatın ne kadar sadeyse şaşırdığın şey de o kadar çok oluyor. Biz büyüdük ve kirlendi dünya diyoruz ya, biz büyüdük ve bitti şaşırmalar. Şaşırdığını belli etmemek "in" oldu. Şaşırmak görgüsü bilgisi tecrübesi az, sığ kişilere kaldı. İnsanlar para verip dut alıyor örneğin , bu benim için hala ilginç bir bilgi :) 

Yol kenarındaki çiçeklere hiç bakmayanlara, bulutların şekil değiştirişini izlemeyenlere, Boğaz'a serpilmiş balıkçı kayıklarını çekirdek kabuklarına benzetmeyenlere mesela şaşırıyorum ben. 👀👀👀

Not : Görseldeki eser Erinç Seymen'e ait. 






Ben çocukken sarışındım

 Bütün heybeti ve güzelliğiyle bir vapur yaklaşıyor. Grili mavili simli pullu bir kumaşın üzerinde ilerliyor sanki. Yine martılar. Hep olsunlar. Bakmayın çok konuşuyorlar, çok bağırıyorlar, abartı tepkiler veriyorlar, dikkat çekmek ilgi odağı olmak için çırpınıyorlar desem de seviyorum martıları. Bakımsız martı görmedim hiç. Saçı sakalı bırakmış, üstü başı kirli, göbek salmış gıdı yapmışına da denk gelmedim . En yavru halleri gri bir yün yumağından farksız. Neresi gagası neresi poposu belli olmayan ve dünyanın en tiz sesini durmadan çıkarabilen bir topak. Yani o çelimsiz çocuk büyüyüp de bu yakışıklıya nasıl, ne ara dönüşüyor?

Bu şey gibi; "ben çocukken sarışındım". Valla ben bayağı sarışındım gerçekten. Çok da zayıftım. Tüy sıklettim. Kaşım kirpiğim saçım da tüy gibiydi. İnce, açık renkli, yumuşak. Gür, kalın telli koyu koyu saçlara, kirpiklere imrenirdim. Yazları kuzenim gelirdi Almanya'dan. Benden bir yaş büyüktü. Boylu poslu kaşlı gözlü bir kızdı. Bayramlarda bizi bir örnek giydirdiklerinde sanki benim cılızlığım iyice tescillenirdi. Ben en çok kuzenimin Almanya'dan getirdiği kıyafetlerini merak ederdim. Pek havalı pek değişik görünürdü bana. Bir de mis gibi bir koku yayılırdı o bavuldan. Alamanya'nın deterjanı mı yumuşatıcısı mı her  neyse, muhteşem kokardı. Şeker Kız seyreder, çikolata yer, resim çizerdik. Hala kuzenimin öğrettiği gibi çiziyorum balıkları, köfte dudaklı, iri gözlü.

Ne çok özlemişim çocukluğumu. Martılar bile bana o günleri anımsattı. Oysa hiç martı görmedim ben çocukken.



16 Mart 2022 Çarşamba

Beautiful World Neredesin

 Yaklaşık iki sene önce Sally Rooney'nin Normal People isimli kitabını çok severek okumuştum. Aynı yazarın birkaç ay önce Beautiful World Where Are You diye yeni bir kitabı çıktı . Çok merak ediyordum ve bir iki yerde elime alıp baktım. Arka kapak yazısı filan iyice ilgimi arttırdı iştahımı kabarttı. Ve fakat kitabın fiyatı 250 TL idi. Yutkunup raftaki yerine geri koydum her defasında. Sonra Galataport'a gittiğimde oradaki devasa D&R'da karşıma çıktı. Maviydi, pırıl pırıldı, rafta sere serpe uzanmıştı. Kitapçı kocamandı. Dört beş kişi anca vardı. Üst kat aydınlık, koltuklar rahattı. Beautiful World Where Are You'yu elime aldım, oturdum. On beş sayfa filan okudum. Konu çok sardı, karakterler kafamda dolaşmaya başladı. İlk buluşmamız böyle geçti. İki üç hafta sonra aynı kitapçıda aynı koltukta yine ellerimin arasındaydı. Heyecanla acele acele çevirdim sayfaları, kaldığım yeri buldum, bir yirmi sayfa daha okudum ve yine yerine bıraktım. İlkinden daha zor bir vedaydı.

Geliyorum 8 Mart'a.  Kadınlar Günü'nde - kadınların sadece makyaj yapıp saç fönlemediği aynı zamanda kitap da okuduğunu gören- bir kitapçı %50 indirim yaptı. Kadın müşterilere her şey yarı fiyatınaydı. Aklımda Sally'nin kitabı yoktu aslında, sanat tarihiyle ilgili bir şey vardı. Onu bulamadım. Sonra bir baktım benimki orada. Fiyatı inmiş 120 liraya. Hala yüksek aslında. Ama o gün  orada onu almamak bana ve kitaba ayıp olacaktı sanki. Aldım. Eve getirdim. Odamdaki kitaplığa okunmayı bekleyen diğerlerinin yanına bıraktım. Bırakış o bırakış. 😲😀

Kitaba sahip olup eve getirince arkamı dönüp yattım resmen. Kaçamak buluşmalardaki performansıma ne oldu? Ohoo bu konu uzar...Yazıcam... ☺️👍

Not: Kadınlar Gününde indirim yapan kitapçı Kitap Koala idi.



11 Mart 2022 Cuma

Turşu

 Kilitliyim. Bi salın beni. Açayım açılayım. Müsaade edin de anahtarı bulayım. Hiç de arar bir halim yok ya. Kimse o yüzden anlamıyor neyi bulamadığımı. Bulamıyorum oysa. Bir amaç bir mana. Duruyorum. Uyuyorum gün ortasında. Uyumasam da giriyorum örtünün altına. Salondaki televizyonun sesini duyuyorum yattığım yerden. Kadın kocasının kolunu ısırmış. Kanal değişiyor. Öbür programda gözü yaşlı bir adam. Karısı kaçarken altınları ve turşuları da almış. Uyuyordum diyor. Ben hala yatıyorum. "Ulan hadi yazmıyorsun, çizmiyorsun, okumuyorsun da doğru dürüst. Tembel teneke. Adam gibi temizlik yap bari" diyorum kendime. Toz içinde her yer. Mikrodalganın olduğu dolabı cifle. Çaydanlıkları parlat. Aynanın önündeki rafı sil. İçimden gelmiyor kolum kalkmıyor. Kolunun altında turşu bidonuyla kar kış demeden gece gece evden kaçan kadının enerjisine imreniyorum. 

Kar durmuştu yine başladı. Ne güzel yağıyor. İlham al. Al Ebru al. Ne güzel ilham. Ebru ilham al... Yok olmuyor. 

9 Mart 2022 Çarşamba

Çekmecelerce

 

Kahvenin azımsanmayacak bir miktarı fincanın altındaki kağıt peçeteye dökülmüştü. Garson kız taşıdığı tepsiyi umursamadan hatta unutmuşcasına elini kolunu sallaya sallaya birilerine bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Gözümü kızdan ve tepsideki yalnız ve yarım kahvemden alamıyordum. Bir alışveriş merkezinin ortasındaki fıskiyeli süs havuzuna yukarıdan bakan bir kafedeydim. Hava serin ve bulutlu, havuzun zemini lacivert idi. Kahvemin önüme bırakılmasıyla aynı anda havuzdaki onlarca fıskiye su püskürttü. Havuzun birkaç yerinden alevler yükseldi. Göbekteki fıskiye suyu bir minare boyu fışkırttı. Sular kıvrılıp bükülürken bazen bir kırbaca bazen de beyaz bir kurdelaya benziyordu. Seyrettikçe üşüdüm. Mantomun yakasını iyice kaldırdım. "Aynı gösteriyi" dedim içimden, "aynı gösteriyi Ağustos sıcağında, bir tentenin gölgesine sığınarak seyretseydim kesin daha çok zevk alırdım"

Bir Ağustos gecesinde gittiğim bir açık hava konserini hatırladım. Ne kadar mutlu olduğumu. Ve bunu farkettiğim anı. Konserde şarkı söylemeyi bırakıp etrafıma, sahneye, gökyüzüne bakmıştım. En sevdiğim adamlar en sevdiğim şarkıları söylüyordu. Onlar da mutluydu, sadece birkaç metre ötemde. Binlerce insan ağzı kulaklarında bağıra çağıra şarkı söylüyordu. Bir şey paylaşılıyordu orada. Özel bir şey. Değerli bir şey. İçime çektim o anı. Beş duyumla kaydetmek istedim hafızama. Ağustos akşamının baygın sıcağını, Boğaz'dan esen hafif rüzgarı, Mazhar'ı, Fuat'ı, özellikle Özkan'ı... Hafızamın minik çekmecelerinden birinde pamuklar içinde duruyor o güzel gece. Ben o geceyi yaşarken biliyordum onun "çekmecelik" olduğunu.

Çekmecelere iyi ki zamanında sarıp sarmalamışım koruyup saklamışım kimi günleri ve geceleri. Bazı sesleri, iç açan gülüşleri, kaçamak bakışları, uçak penceresinden seyredilen bulut tarlalarını, sımsıkı sarılmaları, göl kenarında toplanan taşları... İyi ki hafızamın minik çekmecelerine doldurmuşum Paris'teki o ucube otel odasını, o çay mağazasını , Prag'taki kilisede beni hem korkutup hem güldüren sarhoşu, Thames kıyısında ağlayarak dinlediğim sokak çalgıcısını. Çok şükür ki saklamışım o özel anı. Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde binlerce yıllık lahitlerle göz göze sırt sırta oturup çayımı yudumlayışımı. Hayatımda yeni bir sayfa açmak için aradığım gücü o bahçede buluşumu. Torba'daki gün batımlarını, Erdek'teki simit fırınından sabahları yayılan o kokuyu, mutfak masasında cep telefonundan Tosun Paşa seyredip kahve içtiğimiz İngiltere akşamlarını.

Sıkıldıkça, nefes almakta zorlandıkça eskileri çıkarıp öpüp koklayıp yerine kaldırıyorum. Çekmecelere uzun zamandır eklenen yeni bir şey yok. Ekleyemiyorum. Bunun iki sebebi olabilir. Ya yaşamıyorum ya da yaşadığımın farkına varmıyorum. Bir alışveriş merkezinin ortasındaki fıskiyeli süs havuzunu seyrederek yarısı dökülmüş ve soğumuş kahve içmenin yıllar sonra hatırlanmaya değer tarafını bulamıyorum. Anların o kıymetli çekmecelere girmeyi hak etmesi için çok acayip olmaları gerekmiyor aslında. En çok da bunu fark etmeye daha doğrusu bunu hatırlamaya ihtiyacım var sanırım. 




3 Mart 2022 Perşembe

Gece defteri

Bir yerde okumuş veya dinlemişim, keşke kaynağını da not etseymişim. Eski defterleri karıştırırken karşıma çıktı bu not :

"Yazmak varmakla eş değer değildir. Hatta çoğu zaman varmak değildir. Kişi uzaklara gitmelidir. Kendini terk etmelidir. Gece kadar uzaklaşmalıdır. Kendi gecesiyle yüzleşmelidir. Kendinin içinden karanlığa doğru yürümelidir."
Ağır, anlamlı sözler. Üzerinde yeniden düşüneceğim elbet. Sabah sabah  yağmur tıpırtısının çaydanlık fokurtusuna karıştığı anlarda hiç hesapta yokken pat diye önüme çıkmasının vardır elbet bir hikmeti.

Eski defterlere, eski yaralara senelerdir giyilmemiş ceketlerin ceplerine çok dikkatle yaklaşmak lazım aslında. Gömdüğünüz yeri unutmak için günlerce uğraştığınız bir ceset takılıverir parmaklarınıza. Bir konser bileti, artık kimsenin hatırlamadığı bir pizzacının peçetesi... Eski defterin arka sayfasına not edilmiş uçak saatleri... Vesaire vesaire. Ben şanslıyım ki benim bu sabahki kısmetime "kendini terk et, kendi gecenle yüzleş" diyen bir mesaj çıktı.

"Gecelere sor beni. Gün dediğin nerden bilir ki halimi?" diyor ya Sertab Erener. Bugün o şarkıya kulak vereyim biraz. Çayın suyu bitmiş, şimdi kahve zamanı.



1 Mart 2022 Salı

Umduğunu değil bulduğunu

 Yanılgı ve yenilgi birbiriyle uyumlu giyinen birlikte takılan, insanların onları karıştırmasından zevk alan iki kuzen gibi. Birinin olduğu yerde gözler öbürünü arıyor. Oysa her yenilgi bir yanılgının akabinde gerçekleşmiyor. Ya da şöyle diyelim bazı yanılgılar o kadar da kötü sonuçlar doğurmuyor. Kimi çok susarak, kimisi düşünmeden konuşarak, kimi köşe yastığı gibi yerinde sayarak, kimi at gözlüğüyle haldır huldur koşarak yapıyor en şahane hatalarını. Kimi her şeye gülüp geçtiği için yanılıyor, bir diğeri içine ata ata yeniliyor. O hatalar sayesinde eninde sonunda kendini buluyor. İnsan umduğunu değil bulduğunu sevmeli. Bulduğu yerde kendine iyi davranmalı. Çayının yanına sigara böreği kızartmalı. Yanılgılarını ve yenilgilerini ima eden laf sokmalarla kendi tatlı canını sıkmamalı. #yanılgı #yenilgi #kendineiyidavran

Görseldeki sanat eseri Başak Bugay'a ait. @basakbugay